DEMOKRAT HABER / İzmir’den bir grup avukat İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SENATOSU’na yazdıkları dilekçe ile Kenan Evren’e verilen fahri Hukuk Doktoru Ünvanı’nın geri alınmasıistediler.

Av. SENİH ÖZAY, Av. SACİT KAYASU, Av. H. BAHA COŞKUN, Av. Y. MURAT ALPASLAN, Av. BAHATTİN ÖZDEMİR, Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şube Yönetim Kurulu Adına Av. HÜSEYİN KORKMAZ dilekçelerinde şöyle dediler,

“Bilindiği üzere; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2 Aralık 1982 tarih ve 4943 sayılı Kenan Evren’e “Fahri Hukuk Doktoru” payesi verilmesi kararını ittifakla almış ve aynı gün, 30 sayısı ile her fakültenin dekanı, birer öğretim üyesi, yüksekokul müdürleri ve rektör yardımcılarının katıldığı İstanbul Üniversitesi Senatosu, Cumhurbaşkanı Kenan Evren`e, “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu (Honoris Causa)” verilmesini oy birliğiyle kararlaştırmıştı.

Kararın gerekçesi, “Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren'e ilmi kıymet ve meziyetlerinin tebcili için "fahri profesörlük" payesinin tevcihine karar verilmiştir.”

Bu bağlamda aşağıdaki sorularımızın cevaplarını öğrenmenin hukukçu ve demokrat bireyler olarak kendimizde bir hak olarak görüyoruz.

A) 12 Askeri darbe lideri diktatör AHMET KENAN EVREN ile senatonuzun fahri hukuk doktoru ünvanı verdiği KENAN EVREN aynı kişi midir?

B) Senatonuz tarafından darbe lideri diktatör Ahmet Kenan Evren’e fahri hukuk doktoru ünvanı verilmiş ise; Malum olduğu üzere;

1- )12 Eylül 1980 sabahı saat 03:59’da Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine el koymuştur. Bu darbe emir-komuta zinciri içinde, yukarıdan aşağı, askeri hiyerarşi çerçevesinde cereyan etmiştir. Darbeyi yapan üst düzey komutanlar, Milli Güvenlik Konseyi adı altında anayasa yapılana dek yasama ve anayasada değişiklik yapma yetkilerini üzerlerine almışlardır. MGK kendisi hakkında kanun da çıkartarak yasal zeminin üzerine oturmuştur. Yasamayla beraber darbeci komutanlar birçok yürütme işlemini de yerine getirmiştir. Milli Güvenlik Konseyi, Genel Kurmay Başkanı Ahmet Kenan Evren , Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarıyla Jandarma Genel Komutanı’ndan oluşan beş kişilik bir kuruldur. MGK, mevcut hükümeti yıkarak yerine Bülend Ulusu’ya kurdurttuğu hükümeti koymuştur.

2-) Diktatör Orgeneral Kenan Evren’in kendi ifadeleriyle sabit olan “darbe zeminini hazırlamak için şartların olgunlaşması beklenmiştir”. Kenan Evren’in emir ve talimatlarıyla suç tarihi olan 12 Eylül 1980 askeri darbesinden yaklaşık 6 ay önce suç belgesi Bayrak Harekat Planı hazırlanmıştır.

3-) 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda işçi bayramını kutlayan kalabalığın üzerine ateş açarak gerçekleştirilen katliamın 12 Eylül darbesini tetikleyen, plan ve raporları kozmik odalarda saklanan, derin bir suikast olduğu bilinmektedir. Maraş katliamı ve Çorum - Malatya olaylarının toplumsal çatışma çıkarmaya yönelik derin devletin sevk ve idaresinde, bir kısım insanların milli-dini duyguları tahrik edilerek yaptırıldığı gün yüzüne çıkmıştır. Türk-Kürk ayrımcılığı, Alevi-Sünni çatışması, şeriat-komünizm korkutmaları, şüpheliler tarafından yıllarca uygulanan psikolojik harekat planlarının ürünüdür. Toplumu kontrol altında tutmak amacıyla farklılıklar rejim tehdidi gibi gösterilerek ayrımcılık körüklenmiştir. Bu sebeple toplumda yarılmalar meydana gelmiştir. Üretilen kaos ortamında yasal olarak çözüm yoluna iktidardaki hükümetin karar vermesi gerekirken yapılan darbe, anayasal düzene açıkça müdahaledir.

4-) Darbe sonucu; TBMM kapatılıp anayasa ortadan kaldırılmıştır. Siyasi partilerin kapısına kilit vurulup mallarına el konulmuştur. 650 bin kişi gözaltına alınmıştır. 1 milyon 683 bin kişi fişlenmiştir. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılanmıştır. 7 bin kişi için idam cezası istenmiştir. 517 kişiye idam cezası verilmiştir. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asılmıştır (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderilmiştir. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılanmıştır. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılanmıştır. 388 bin kişiye pasaport verilmemiştir. 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atılmıştır. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarılmıştır. 30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitmiştir. 300 kişi kuşkulu bir şekilde ölmüştür. 171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelenmiştir. 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklanmıştır. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durdurulmuştur. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verilmiştir.

400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istenmiştir. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verilmiştir. 31 gazeteci cezaevine girmiştir. 300 gazeteci saldırıya uğramıştır. 3 gazeteci silahla öldürülmüştür. Gazeteler 300 gün yayın yapamamıştır. 13 büyük gazete için 303 dava açılmıştır. 39 ton gazete ve dergi imha edilmiştir. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirmiş, 144 kişi kuşkulu bir şekilde ölmüştür. 14 kişi açlık grevinde ölmüştür. 16 kişi “kaçarken” vurulmuştur. 95 kişi “çatışmada” ölmüştür. 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verilmiştir. 43 kişinin “intihar ettiği” bildirilmiştir.

“İcraatlarının” küçük bir kısmı yukarıda belirtilmiş olan askeri diktatörün kendisini adalettin pençesinden kurtarmak için yaptığı sözde “hukuki” düzenlemeler son referandumla ortadan kaldırılmış ve binlerce ve binlerce T.C. vatandaşı mezkur diktatör hakkında işlediği vahşi insanlık suçları sebebi ile suç duyurularında bulunmuştur.

Bu durum karşısında hukukla tek ilişkisi en temel insan haklarını vahşice çiğnemek gasp etmek olan bir askeri darbe liderine bir diktatöre verilmiş olan hukuk doktoru ünvanının başta darbe mağdurları olmak üzere tüm T.C. vatandaşlarından özür dilenerek Üniversite senatonuzca geri alınması beklentisi oluşmuştur. Üniversite senatonuzun bu konuda bir kararı var mıdır, olabilecek midir?

C) Senatonuzun da bu tarihi yanlıştan dönmeksizin, İnsanlığa karşı suç işleyen bir kişinin duvarında asılı duran üniversitenizden verilme fahri hukuk diploması asılı dururken, üniversitenize bağlı hukuk fakültesinde HUKUKÇU yetiştirmeyi içine sindirip sindiremeyeceğin sorusunun cevabını merak etmekteyiz.

Halkımızın demokrasiye ve hukuk devletine olan inancının pekişmesi için, 12 Eylül Askeri darbesinin bir suç olduğunun ve meşru olmadığının bilinci ve binlerce insanın mağduriyetinin SENATONUZUN KARARI İLE tescil edilmesinin demokrasi konusundaki inancımızı güçlendireceği düşüncesi ile bu başvurunun zorunlu olduğuna inanıyoruz.

Bu durum karşısında yukarıdaki sorularımıza cevap verilerek; hukukla tek ilişkisi, en temel insan haklarını vahşice çiğnemek, gasp etmek olan bir askeri darbe liderine, bir diktatöre verilmiş olan, hukuk doktoru ünvanının başta darbe mağdurları olmak üzere; tüm T.C. vatandaşlarından özür dilenerek Üniversite senatonuzca geri alınmasını, BU YOLDA KARAR ÜRETİLMESİNİ, 2577 SAYILI YASAYA GÖRE İDARİ İCRAİ YANITINIZLA TARAFIMIZA TEBLİĞİNİ, talep ederiz.

 

AYRICA, 12 EYLÜL’LE İLGİLİ ANIMSATMALAR

12 EYLÜL 1980 ÖNCESİ SÜREÇ:

1980 yılının ilk altı ayında 33 kişi ülkücülerce naylon iple, boğma teliyle boğularak, tecavüz edilerek, cinsel organlarına sert cisimler sokularak korkunç işkencelerle öldürülmüştür. 22 Aralık 1978 ‘de Kahramanmaraş’ta yapılan genel katliam sırasında resmi açıklamaya göre 109 yurttaş hayatını kaybetmiş, 176 yurttaş ağır şekilde yaralanmış, 500 ev ve işyeri tahrip edilmiştir. Bunun üzerine, Ankara ve İstanbul da dahil olmak üzere toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir.

Tırmanan terör olaylarını önleyemeyen Bülent Ecevit, 1979 yılında hükümetten çekilmiş ve aynı yıl AP azınlık hükümeti kurulmuştur. Ancak bu dönemde de olaylar durmamıştır.

Saldırılar, 1980′de yeniden sol siyasal görüşlü kişilere yönelik olarak devam etmiştir.

11 Nisan 1980′de İstanbul’da araştırmacı -yazar Ümit Kaftancıoğlu öldürülmüştür.

23 Mayıs’ta TEP yöneticisi Vecdi Özgüner ‘in evi ülkücülerce basılıp Vecdi Özgüner ve eşi Türkiye Tabipler Birliği yöneticisi Sevinç Özgüner öldürülmüştür.

22 Temmuz’da DİSK başkanı Kemal Türkler öldürülmüştür. Ekim ayında, ülkücü hareketin önde gelen örgütçülerinden Yılma Durak ve Celal Adan, bu cinayetin Türkeş ‘in talimatıyla işlendiği doğrultusunda ifade vermişlerdir.

Yine 1980 yılının ilk altı ayında CHP’ lilere yönelik saldırılarda 50′ye yakın CHP yöneticisi öldürülmüştür.

27 Mayıs’ta 2. MC ‘nin Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak’ın öldürülmesi üzerine başlayan terör kampanyasında, 28 Mayıs’ta solculara ve özellikle CHP’ye yapılan saldırılarda 8 kişi öldürülmüş, çok sayıda kişi yaralanmıştır.

Çorum’da diğer iller ve ilçelere giden tüm yolların ülkücülerce ablukaya alınması ve TÖB-DER’li bir öğretmenin öldürülmesinden sonra halkın karşı koyması üzerine saldırılar karşılıklı çatışmaya dönüşmüş, 5 gün süren olaylar askeri birliklerce bastırılmıştır.

15.Temmuz’da CHP İstanbul Milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu gündüz vakti, işyerinde öldürülmüştür.

Çorum’da, Alevi-Sünni ayrımı yaratılarak 1 Temmuz’da başlatılan saldırılarda yaklaşık 50 insan ülkücülerce, dağlanarak, şişlenerek, kafaları baltayla parçalanarak yakılarak katledilmiştir.

27 Aralık 1979′da, Silahlı Kuvvetler, Cumhurbaşkanı Korutürk’e bir uyarı mektubu vermiştir

5 Ocak 1980′de AP Yönetim Kurulu, “ordunun yönetime el koymamakla birlikte
siyasete el koyduğunu” açıklamıştır.

 

• Bu dönemdeki istatistiki verilere göre ;
1978 yılında 809 ölüm, 6984 yaralı,
1979 yılında 1108 ölüm, 5467 yaralı
1980 yılının Eylül ayına kadar 2027 ölüm, 4266 yaralanma olayı gerçekleşmiştir.

• 1980 başında CHP hükümeti döneminde hazırlanan, özgürlükleri kısıtlayıcı bir dizi yasa yürürlüğe girmiştir.. Bu yasalarla polisin arama ve kimlik sorma yetkisi genişletilmiş; polisin dernekleşmesi yasaklanarak polis örgütleri kapatılmış; vali ve kaymakamlara askeri birlikleri devreye sokma yetkisi tanınmış; toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet nedeniyle verilen cezalarda büyük artışlar yapılmıştır. 12 Mayıs’ta yayınlanan bir Bakanlar Kurulu Kararıyla “idam ve hapis cezasını gerektiren suçlardan sanık olanlara” teslim olmaları için 19 gün süre verilmiş, bu sürede teslim olmayanlara “teslim ol” ihtarından sonra veya silah kullanmaları halinde güvenlik kuvvetlerinin ihtara gerek olmaksızın, “vur emri” uygulayacakları düzenlemesi getirilmiştir.

• 1980 yılı Mayıs ayında Barolar Birliği, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakanlık, ve Genel Kurmay Başkanlığı’na Türkiye’deki yaygın işkence uygulamalarını derleyen bir rapor sunmuştur. Türk Hukuk Kurumu da, yaygın işkence uygulamalarını derleyen bir rapor sunmuş ve işkence adı altında alınan ifadelerin yargıyı yanıltmasının önlenmesi için kamuoyunu “katkıda bulunmaya” çağırmıştır.Mayıs ayı içinde Barolar Birliği ve Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi işkence konusunun tartışıldığı bir tıp-hukuk kurultayı düzenlemiştir. TBMOB, ÇHD, TÜMAS, TÜMOD, Ankara Tabip Odası, Enerji Der, yöneticileri, yaptıkları bir basın toplantısında Ocak -Mayıs döneminden 29 somut işkence olayını belgelemiştir.

• 24 Ocak 1980 kararları; İMF ve Dünya Bankasının perspektiflerini ve modellerini harfiyen uygulamaya yönelik bir operasyon 12 Eylül rejiminin iktisadi- siyasal stratejisinin temelini oluşturmuştur.Nitekim; Devlet Planlama Teşkilatı eski başkanlarından Yıldırım Aktürk “24 Ocak+12 Eylül formülü zorunluydu. Bu geçiş dönemi olmadan düzlüğe çıkılamazdı” demiştir.

DARBEDEN SONRA YAŞANAN SÜREÇ :

Darbenin ardından tüm haklar askıya alınmış, sadece 1980 yılında, resmi makamların verdiği bilgiye göre 47.000 kişi hürriyetinden yoksun bırakılmış, gözaltı süresi 90 güne çıkarılmış, adil yargılanma hakkı tamamen kaldırılarak, sıkıyönetim komutanlıkları Mahkemeler kurmuş, gözaltında işkence en doğal sonuç olarak yaşanmış, sokakta veya gözaltında onlarca insan öldürülmüştür.

12 Eylül döneminde temel insan hakları yoğun şekilde ihlal edilmiştir:

• 650.000 kişi gözaltına alınmış ve 90 güne varan gözaltı sürelerinde ağır işkence görmüştür.
• Açılan 210.000 davada 23.000 kişi yargılanmış,
• 14.000 kişi vatandaşlıktan çıkartılmış,
• 30.000 kişi siyasal sığınmacı olarak yurtdışına kaçmış,
• 171 kişinin işkenceden öldüğü belgeleriyle kanıtlanmıştır.
• 388.000 kişiye pasaport verilmemiş,


• 30.000 kişi sakıncalı olduğu için işten atılmış,
• 23.667 derneğin faaliyeti durdurulmuş,
• Yargılanan gazetecilere toplam 3315 yıl 6 ay hapis cezası verilmiştir.
• 300 gazeteci saldırıya uğramış, 3 gazete öldürülmüş, 31 gazeteci cezaevinde yatmıştır.

• 12 Eylül 1980 ile 6 kasım 1983 tarihleri arasında;
Gözaltında yada cezaevinde ölen kişi sayısı 183.
Cezaevlerinde açlık grevlerinde ölen kişi sayısı 5.
Aynı tarihler arasında sıkıyönetim askeri mahkemelerinde savcıların istediği ölüm cezası sayısı 6533.Sadece 1986′da Türkiye’nin çeşitli mahkemelerinde 134 ölüm cezası verildi.

23 adi/adli suçlu, 24 siyasal suçlu ve 1 Ermeni Asala militanı olmak üzere 48 kişi idam edildi. Yasalar hiçe sayılarak 18 yaşından küçük olan Erdal Eren idam edildi.

12 Eylül 1980 ile 30 Ağustos 1981 tarihleri arasındaki sürede Askeri mahkemelerde 136′sı sol 305′i sağ görüşlü olmak üzere toplam 1468 sanık idam cezası ile cezalandırıldı.

Bu dönemde sanıklar bir dizi bildiri ile örgütlenme özgürlüğünü, siyasal ve sosyal hakları ortadan kaldırmışlardır:
• Darbeci-sanıklar; 12 Eylül 1980 günü, ordu gücünü arkasına alarak, parlamento ve hükümeti feshetmiş, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırmış, tüm yurtta sıkıyönetim ilan etmiş, yurtdışına çıkışları ve ikinci bir emre kadar 05.00′ten itibaren sokağa çıkmayı yasaklamıştır. (1 no’lu bildiri)

• Siyasal partilerin, -Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki- bütün derneklerin, DİSK ve MİSK’in faaliyetleri durdurmuş ve yöneticilerini gözaltına almışlardır .(7 no’lu bildiri)

• 15.10.1981′de, 2533 Sayılı yasa ile ülkedeki tüm siyasal partileri feshedilmiş, menkul ve gayrimenkullerini Hazine’ye aktarmışlardır. Buna ilişkin “Tavsiye Yönetmeliği” çıkarılmışlardır.

• Siyasal parti yönetici ve üyelerinin yazılı veya sözlü demeç vermeleri, makale yazmaları ve toplantı düzenlemeleri yasaklanmıştır. (MGK 52 sayılı karar)
• Yine; bu kararla Sıkıyönetim Komutanlıklarının kararlarının tartışılması, ilgilileri etkileyici sözlü, yazılı demeç, makale yayımı yoluyla beyan ve yorumda bulunmak da yasaklanmıştır. Bu dönemde, bu yasaklar nedeniyle CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit 12.3.1982 günü Der Spiegel dergisine verdiği demeç ve BBC’ye verdiği açıklamalardan dolayı hapis cezası almıştır. Ayrıca, CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa ettiğinde “siyasal amaçlı bir demeç niteliği taşıyan açıklama metni ile kamuoyuna duyurmak istediği” gerekçesiyle suçlanmıştır.

• Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi parti genel başkanlarının, dönem başbakanının, bakanlarının, milletvekillerinin her türlü özgürlüğü kısıtlanmış kimileri kaldırılmıştır. Gözaltı anlamına gelen (gözetim ve güvence altına alınma) uygulamasına maruz kalmışlardır. Seçimle işbaşına gelmiş olan tüm il, ilçe belediye başkanları görevden alınmış ve yerlerine Sıkıyönetim Komutanlıklarınca atama yapılmıştır. Birçok belediye başkanı gözaltına alınmıştır.

• Ülkedeki tüm grev ve lokavtlar kaldırılmıştır. DİSK, MİSK ve HAK-İŞ ‘in hesapları bloke edilmiş, bütün evraklarına Sıkıyönetimce el konulmuştur. (3 ve 8 no’ lu kararlar)

• TÜRK-İŞ’e bağlı Yol -iş ve Petrol-iş’in birçok şubesi kapatılmıştır.

• DİSK, MİSK ve HAK-İŞ gibi sendikalarının yöneticileri, işyeri temsilcileri, üyeleri gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla sorgulanmış, tutuklanmış ve yargılanmıştır. (Bu dönemde,sadece DİSK’in üye sayısı 500.000′i geçmekte idi)

• 19.9.1980′de 1402 sayılı yasa ile yapılan değişiklikle tüm kamu personeli gibi Üniversite elemanlarının gerekçesiz ile görevlerine son verme yetkisi Sıkıyönetim komutanlıklarına bırakılmıştır. 6.11.1981!de çıkarılan Yüksek Öğretim Yasası ile üniversitelerde bilimsel özerkliği yok eden yasal düzenleme yapılmıştır.

Sıkıyönetim komutanları “Güvenlik soruşturması” adı altında üniversitelerde nitelikli öğretim kadrosunda ağır ve ciddi bir tasfiyeye gitmiştir. Bu dönemde, yaklaşık 5.000 öğretim üyesinin görevden alınmış veya ayrılmış olması ülkenin bilim kaynaklarının nasıl yok edildiğinin göstergesidir.

• Ülkedeki öğretmenlerin büyük çoğunluğunun üyesi bulunduğu TÖB-DER’in merkezi ve 670 şubesi kapatılmış, merkez ve şube yöneticileri, üyeleri gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla sorgulanmış, tutuklanmış ve yargılanmıştır.

• Dünya ve ülkemizde barışı savunmak gibi insani değer ve hedeflerle kurulmuş olan Barış Derneğinin merkez ve şubeleri kapatılmış, yöneticileri üyeleri gözaltına alınmış, tutuklanmış ve gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla yargılanmıştır.

• Ülkede örgütlü her türlü yapıyı yok etmek amacıyla bir kıyım başlatılmıştır. Sadece Ege bölgesinde, Sıkıyönetim Komutanlığının emriyle Eşrefpaşa’yı Sevenler Derneği, Torbalı Kasaplar Kulübü, Kınık Traktörcüler Derneği, Ege Briç ve Satranç Derneği, Ödemiş Patates Ekicileri Fidancılar ve Pamukçular Derneği, Fakir Hastalara Yardım Derneği, Sağırları Koruma Derneklerinin dahi içinde bulunduğu 589 dernek kapatılmıştır. Ülke insanlarına; yasal partilerin, sendikaların, derneklerin ve hatta kooperatiflerin “ihtilalci gizli örgüt” sayıldığı akıl almaz bir süreç yaşatılmıştır.

• Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü ağzından düşürmeyen sanıklar Atatürk’ün mirasları kabul edilen Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunu da kapatmışlardır.

• Bu süreçte; ülkede son derece sistemli baskıcı bir sansür uygulanmıştır. Haberleri ve yazıları nedeniyle birçok gazeteci tutuklanmış, yargılanmış ve mahkum olmuştur. Ülkede yayınlanan tüm basın organları en az bir kez kapatılma cezası almıştır. Öyle ki; Cumhuriyet gazetesi başyazarı Nadir Nadi’ye, 22 yıl önce yazdığı bir yazıyı yeniden yayınladığından dolayı mahkumiyet verilmiştir.

• Bilim ve Sosyalizm yayınlarına bir yargı kararı olmadan sadece Sıkıyönetim Komutanının emri ile el konulmuş ve 133.607 adet kitap imha edilmiştir.

• Yayında tekel olan TRT’nin yayın politikası tümüyle sanıklarca belirlenmiştir. 14.9.1980 tarihinde TRT Genel Müdürlüğü’ne “Haberlerde uyulması gerekli Kurallar” adıyla ağır bir sansür metni tebliğ edilmiştir. Sanat eseri olan filmler, dizi filmler dahi sakıncalı bulunarak yayından kaldırılmış, daha da ileri gidilerek yakılarak yok edilmiştir. Sansür, transseksüel bir şarkıcıya sahne yasağı koymaya kadar vardırılmıştır

• Meslek örgütlerinin bağımsızlıkları yok edilmiş, Türkiye Barolar Birliği Adalet Bakanlığı’na, Türk Tabipler Birliği Sağlık Bakanlığı’na, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Bayındırlık Bakanlığı’na bağlanmıştır.

Yargıç ve yargı bağımsızlığı ile savunma hakkı ciddi biçimde yok edilmiştir;

• Sanıklar, kendilerine yasama görevi yükleyerek darbenin ilk 6 ayında 123; 9. ayda 175, 1981 yılının sonunda tam 268 yasa çıkarmışlardır.
• Sanıklar kendilerine Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri kurma, gerekli atamaları yapma yetkisi vermiş, MGK’nın varlığına, emir ve kararlarına karşı işlenecek suçlara da bu mahkemelerde bakılacağını ilan etmişlerdir. (6 ve 7 no’lu bildiriler)
• Yüksek yargı organlarının başkan ve üyelerinin atamaları yürütmeye bırakılmış, bu şekilde yargı bağımsızlığı ilkesi ciddi şekilde zedelenmiştir.
• Sanıklar büyük siyasi davalarda,mahkemeleri konuşmalarıyla yönlendirmeye ve baskı yapmaya çalışmışlardır.
• Mahkumiyet kararlarına muhalefet şerhi koyan sıkıyönetim mahkemesi yargıçları başka yerlere sürülmüş, birçok savunma avukatı çeşitli bahanelerle duruşmalardan atılmış, gözaltına alınmış, tutuklanmış, yargılanmış ve sürülmüşlerdir. Savunma hakkı ve savunmanlık görevinin gerekleri ortadan kaldırılmış, avukatların müvekkilleriyle cezaevlerinde görüşmeleri engellenmiş, kısıtlanmıştır.
• 13.7.1981′de alınan kararla doğal yargıç ilkesi çiğnenerek sıkıyönetim döneminden önceki suçların davalarına da sıkıyönetim mahkemelerince bakılacağına karar verilmiştir.
• 19.9.1980 de açıklanan kararla; 3 yıla kadar olan cezaların temyiz hakkı ortadan kaldırılmıştır. Bu karar ile insanların yargı güvencesi, yasaların geriye yürümezliği ilkesi çiğnenmiş, yargısal denetimden kaçılmıştır.
• Gözaltı süresi neredeyse bir mahkumiyete dönüştürülerek 90 güne çıkartılmıştır.
• İhbarcılık zorunlu hale getirilmiştir.
• 12.8.1981 tarihli “Takip edilecek şahıslar hakkındaki emir” ile insanların mezheplerine kadar fişlenmesi,ve ülkede fişlenmeyen insanın kalmaması sağlanmıştır.
• Çıkarılan yasa ve yayınlanan bildirilerle, hukuksuz gözaltı ve tutuklamalarla, ülkede polis devleti uygulaması yerleştirilmiştir.

Yine bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden olan laiklik ilkesi sanıklar tarafından çiğnenmiştir;
• 19.10.1981′de okullarda zorunlu din dersi uygulaması getirilmiştir.
• Atatürk Yüksek Kurulu, 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren başkanlığında toplanarak, Türk İslam Sentezi’ni temel alan bir kültürün bütün millete kabul edilmesine yönelik bir raporu benimsemiştir.
• Diyanet İşleri Başkanlığınca, yurtdışına çok sayıda din adamı gönderilmiş ve bunlardan 260 görevlinin maaşının,sanıklardan Kenan Evren’in onayıyla, Suudi Arabistan merkezli, Rabıta-ül İslam örgütünce ödendiği kanıtlanmıştır.

Sanıklar, kararlarıyla yasamanın görevlerini kendileri üslenmiş, -anayasa dahil- yasaların oluşturulmasında tek söz sahibi olmuşlardır;
• 1981 yılında, Kurucu Meclis Hakkında Kanun çıkartılmış ve Kurucu Meclis MGK ve Danışma Meclisinden oluşturulmuştur.Ancak, MGK ile Danışma Meclisi arasında alt-üst ilişkisi getirilmiş ve yasa ile anayasanın hazırlanmasında son söz hakkı ve hükümeti denetleme görevi yine MGK’ne bırakılmıştır.
• Danışma Meclisine yeni anayasa metnini hazırlama görevi verilmiştir.Ancak MGK’nin 65 sayılı kararı ile feshedilen partilerin genel başkan,genel sekreter ve yardımcıları ile yönetim kurulu üyelerinin,her türlü siyasal faaliyeti yasaklanan dernek,tüzel kişilik ve toplulukların bu konuda kişisel görüş açıklamaları yasaklanmıştır.
• 71 sayılı kararla, Anayasanın geçici maddeleri ile Devlet Başkanının Radyo ve Televizyonda ve yurt gezilerinde yapacağı Anayasayı tanıtma konuşmalarının hiçbir surette eleştirilmesi, bunlara karşı yazılı veya sözlü herhangi bir beyanda bulunulması yasaklanmıştır.
• 118 sayılı kararla, MGK üyelerinin faaliyetleri, gezi ve konuşmaları seçim yasakları kapsamının dışına çıkarılmıştır.
• 167 sayılı kararla, Danışma Meclisi tatile girdiğinde M.G.K.’ne doğrudan doğruya yasama yetkisi verilmiştir.
• M.G.K’ne 1983 seçimleri öncesi kurulan MDP’nin 3, Halkçı Partinin 7, ANAP’ın 7, SODEP’in 37, YGP’nin 62, DYP’nin 320 kurucu üyesini ilk aşamada veto etmiş, yeni kurulan partilerin kurucu üye sayısının en az 30 kişi olması yolunda karar alarak partilerin siyasal yaşama dönmelerinin önüne her
türlü önlemi almıştır. İlk başta 1683 adaydan 672′si veto edilmiştir. Büyük Türkiye Partisi 79 sayılı kararla kapatılmıştır.
• Sanıklar, 27.12.1979 tarihinde Cumhurbaşkanına gönderdikleri bir muhtıra ile devletin Anayasal kurumlarını ve parlamentosunu hedef almış ve ülke yönetimine karşı elinde bulundurduğu askeri gücü kullanarak manevi cebirle Anayasa nizamına ve devlet kurumlarına karşı kalkışma niyetini göstermiştir.

12 Eylül 1980 tarihinde ise askeri bir darbe yaparak Bakanlar Kurulunu ve Devletin tüm anayasal kurumlarını ortadan kaldırarak TCK.’nun 147. maddesinde düzenlenmiş olan “Bakanlar Kurulunu devirmek- Çalışamaz hale getirmek” fiillerinde bulunmuşlardır.
27 Ekim 1980 tarihli 2324 sayılı Anayasa Düzeni hakkında Kanun’u yayınlamışlar ve bu kanuna dayanarak varlıklarını meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Kanun olarak belirtilmiş olan ancak halk iradesi ve yasama kurumundan geçmemiş bu yasa ile;

• 1961 Anayasasının bazı istisnalar saklı kalmak kaydı ile yeni Anayasa yapımına kadar yürürlükte kalacağı ve,
• 1961 Anayasası’nın TBMM’ne ve Senato’ya ait olduğunu belirttiği görev ve yetkilerin Milli Güvenlik Konseyi’ne; Cumhurbaşkanına yüklediği görev ve yetkilerin ise konsey Başkanına verildiği; Milli Güvenlik Konseyi’nin bildiri ve kanunlarında yer alan ve alacak olan hükümler ile çıkmış ve çıkacak olan Bakanlar Kurulu kararı veya ortak kararnameler hakkında yürütmenin durdurulması veya iptal isteminde bulunulamayacağı, Milli Güvenlik Konseyinde alınan ve alınacak, yayınlanmış ve yayınlanacak bildiri, karar ve kanunlardan 1961 Anayasasına uymayanların anayasa değişikliği, yürürlükteki kanunlara uymayanların da kanun değişikliği olarak yayınlandıkları tarihte yürürlüğe girecekleri öngörülmüştür.
• Milli Güvenlik Konseyi’nin 50 numaralı bildirisi ile her türlü siyasi faaliyet yasaklanmış; 16 Ekim 1981 tarih ve 2533 sayılı kanunla daha önce siyasi faaliyetleri yasaklanan siyasi partiler kapatılmıştır

Darbe ile birlikte temel hak ve özgürlükler ile tüm siyasal ve ekonomik özgürlükler ortadan kaldırılmış, Cumhuriyet devlet şeklinin hukuksal yapısı bozulmuş ve işlemez hale getirilmiştir.
Çağdaş hukuk, herkesin dokunulamaz, devredilemez, vazgeçilemez haklarının olduğunu kabul ederek “yaşam hakkını” kutsal ana ilke olarak savunmakta; ölüm cezasının bu ilkenin çiğnenmesi anlamına geldiğini kabul etmektedir.

12 Eylül döneminde, insanların “yaşam hakları” yoğun şekilde ihlal edilmiştir. Gözaltında kayıplar ve belgelenen -bazen de dönemin bürokratlarınca açıkça ifade edilen- işkence olayları, büyük bir hukuksuzluğun göstergesi olmuştur. Türkiye’nin de bir iç hukuk metni olarak uygulamak zorunda bulunduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre, temel haklardan olan yaşama hakkı ve işkence yasağına hiçbir surette kısıtlama getirilemeyeceği,bu hakların mutlak koruma altında olduğu açıktır. Sanıklar uygulamalarıyla ulusalüstü hukukun normlarına da aykırı davranmıştır. (Bu hak ihlallerine ilişkin istatistiki bilgiler yukarıda verilmiştir.)
Bilim-sanat, basın-yayın, dernek kurma, toplanma ve gösteri yürüyüşü yapma, düşünceyi ifade etme, adil yargılanma hakları tamamen ortadan kaldırmış, hak ihlalleri yaptırımsız kalmıştır.

Yasama, yürütme, yargı erkleri tek elde toplanarak Anayasa’nın temel ilkelerinden “kuvvetler ayrılığı ilkesi” çiğnenmiştir.
18.yy.da yaşamış olan Montesqieu; yasama, yürütme, yargı erkleri tek elde toplanarak “ZULMÜN KAYNAĞI” olarak nitelendirmiştir.
Ağır sansür nedeniyle; ülkede ve dünyada yaşananlardan haberdar olamamak, bilgilenememek toplumda teslimiyet ve çaresizlik duygusu, yılgınlık yaratmış ve halkı apolitikleştirmiştir.

Çalışma yaşamına ilişkin son derece ağır bir kısıtlamalar getirilmiş; kıdem tazminatı hakkına ilişkin yasal sınırlamalar yapılmış, izinler ve tatil süreleri azaltılmış, iş sağlığı ve iş güvenliği hükümleri işçiler aleyhine değiştirilmiş, grevin yasak olduğu işkolları genişletilmiş, grev ertelemeye ilişkin esneklikler getirilmiş, grev kırıcılığını resmileştiren düzenlemeler yapılmıştır.
Dayatılan yeni ekonomik durumda, tefeci bankerler kitlesel bir trajedi yaratmış, işsizlik artmıştır.

Yapılan darbe ve sonrasında gelişen olayların tümü o gün yürürlükte bulunan 1961 Anayasası’na ve sanıkların yönlendirmesi sonucu hazırlanan 1982 Anayasası’na dahi aykırıdır;

ANAYASA m. 6 : Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.
6.maddede belirtilen devlet yetkileri, Anayasadan kaynaklandığı gibi, kimin tarafından kullanılacağı da yasada belirtilmiştir. AMA MGK YETKİSİNİ ANAYASADAN ALMADIĞI GİBİ, EYLEMİ DE TÜRK CEZA YASASI’NDA SUÇ OLARAK TANIMLANMIŞTIR.

Anayasa ve Uluslararası Hukuk anlamında Türkiye Cumhuriyeti, “Yasama”, Yürütme” ve “Yargı” erki olarak üç organı bulunan bir devlettir.” Yasama” organı tek bir kurul yani Türkiye Büyük Millet meclisi, “Yürütme” Cumhurbaşkanı ile Başbakan ve Bakanlar Kurulu, “Yargı” da Anayasa Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Yüksek Seçim Kurulu gibi kuruluşlarla Yargıtay, Danıştay ve Askeri Yargıtay adını taşıyan yüksek mahkemeler, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve Uyuşmazlık Mahkemesi’nden oluşur.Cumhurbaşkanı ise ,Türk Kamu Hukuku düzeninde hem Yasama, hem Yürütme hem de Yargı alanına ilişkin görev ve yetkilerle donatılmış bir organ-kişi olmakla beraber, Anayasa sistematiği içinde “Yürütme” başlıklı ikinci bölümde öngörülmüştür.
Bu düzenlemenin bir sonucu olarak , Devletin “Yürütme” organı ve onun bir uzantısı konumundaki “idare” ye daha yakından baktığımızda da Cumhurbaşkanını görürüz. Anayasa, Cumhurbaşkanından sonra ” Bakanlar Kurulu”ndan söz etmekte,aynı madde içinde “Başbakan”ı öngörmektedir.

12 Eylül Askeri Darbesini gerçekleştiren Silahlı Kuvvetler mensubu 5 general, bu eylemlerinin bir uzantısı olarak yargı ve yasamanın yanında hem Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu ve Başbakan’ın görevlerini, yani yürütmeyi ele geçirmişler ve 24 Kasım 1983′e kadar da bu yetkileri, Milli Güvenlik Konseyi adıyla kullanmışlardır. Anayasa’nın 1982 yılında halk oylaması sonucunda yürürlüğe girmesine kadar da Kenan Evren hem Genelkurmay Başkanı ve hem de Devlet Başkanı sıfatını kullanmıştır.
Hukuk devletinin temel ilkesi Devlet içinde tüm kamusal yaşam ve yönetimin yargı denetiminin altında olmasıdır. Hukuk Devletinde , olağanüstü dönemlerde bile adli-idari kolluk yetkilerinin ne kadar genişleyeceği, hangi durumda hangi yetkinin nasıl kullanılacağını, yine Anayasa ve yasaların düzenlemesi ilkesinden vazgeçilemez. Yönetimin, hukukun dışına çıkarak kuralları kendisinin koyup uygulaması Hukuk Devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
Kaldı ki, idarenin sebepsiz hiçbir davranışı olamaz ve bütün davranışlarının tüm sebepleri de hukuka uygun olmak zorundadır.İdare hukukunda yer alan tüzel kişiler ve varlıkların tüm işlem ve eylemlerinin sebebi, daha önceden hukuk ilke ve kuralları ile belirlenmiş bulunan durumlara uygun olma zorunluluğundadır. Sebep, aynı zamanda “kamu yararı” denilen bir amaca yönelik olarak ortaya çıkmış ve ancak o amaca ulaşılmasının gerekli ve zorunlu kıldığı bir sebep olabilir. Ancak, idarenin hiç bir davranışı, hiç bir zaman, hiç bir koşulda “kamu yararı” amacının dışında kullanılamaz. Kamu yararına yabancı her unsur idarenin davranışını sakatlar ve hukuka aykırı bir hale getirir. Bu aykırılığın anlaşılamaması, belirlenmesi için bir yargı önüne getirilememesi, yaygın olması nedeniyle toplumda buna göz yumulması ya da yargı yerlerinde fazla önemsenmemesi gibi olguda görülebilecek veya bulunabilecek hiç bir özür bu bilimsel gerçeği ortadan kaldıramaz.İdare işlevi, devletin yasama ve yürütme erklerinin saptadığı siyasi yönde ve hukuki çerçeve içerisinde, toplumun düzenli ve uygarca yaşamını sağlamak ve sürdürmek için (esas itibariyle) kamu gücü ve usuller kullanılarak doğrudan, devamlı ve ahenkli surette kamusal faaliyet yürütmesidir.

İdari işlem kural olarak idari organ ve makamların “idare” alanındaki irade açıklamasıdır. Dolayısıyla organik yönden olmasa da Yasama ve Yargının da bu alana giren işlemleri “idari”dir. İdarenin işlemlerinin ” kamu yararı amacı” taşıması gereğinin bir sonucu olarak; kamu yararının nerede ve ne olduğuna, nasıl somutlaştığına karar verme yetkisi, Türk Anayasal ve pozitif hukuk düzenine göre asli kural koyma yetkisine sahip bulunan “Yasama organıdır”. Bir uyuşmazlık durumunda ilke ve kuralları yorumlayarak ” kamu yararının ne olduğu”nu belirleme görevi görev ve yetkisi de “yargı”nındır.
Ancak sanıklar yaptıkları düzenlemelerle bu yolu kapatmıştır.Hem yürütme ve hem de yargı yetkisini üstlenen MGK’dan, kendi yaptığı işlemlerin yargısal denetimini de yapması tabii ki beklenemez.
Sonuç olarak 12 Eylül 1980 Askeri darbesinin kendisi başlı başına bir suç olmakla birlikte 12 Eylül 1982 Anayasası ile de uygulamaları devam etmektedir. Darbeciler halen, dönemlerinde yaptıkları uygulamalar nedeniyle yargılanamamış, kendilerini yargıya karşı Anayasa ile zırhla donatmışlardır.

Arjantin ve Yunanistan örneklerinden görüldüğü üzere, ülke yönetimini silah gücüyle ele geçiren darbeci subaylar yargılanıp mahkum edilmektedir. Hatta Yunanistan’da darbeci subaylar hala hapis cezalarını çekmektedirler. Bu ülkelerde, ordu iktidarı ele geçirdiği zaman mevcut hukuk sistemini ele geçirip kendi hukuk sistemlerini hayata geçirmiş olmaları, yargılanmalarına engel teşkil edememiştir. Zira, onlar da mevcut anayasal sistemin öngördüğü usuller dışında zora-silaha dayalı bir yönteme başvurmuşlardır ki, hukukun temel ilkelerine göre bu yöntem meşru değildir. Kendisi meşru olmayan bir yönetimin, çıkardığı yasaların hukuki ve meşru olması da düşünülemez. Bu nedenle, sanıkların kendilerini yargılanmaktan bağışık kılan Anayasa’nın geçici 15.maddesinin meşru bir hukuki temeli yoktur. Hukukun temel ilkelerine tamamıyla aykırıdır, YOK HÜKMÜNDEDİR.
Darbe döneminde yürürlükte bulunan 1961 Anayasası’nda açıklık olmamakla birlikte, yine aynı dönemde bir iç hukuk kuralı olarak hukuk sistemimizin bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddesi temel hak ve özgürlüklerdeki sınırlamaların
“demokratik toplumun gereklerine aykırı olamayacağı” hükmünü düzenlemektedir.
Demokratik toplumun gerekleri” 1961 Anayasası’ndaki karşılığı “hakkın ve hürriyetin özüne dokunmama” ilkesidir. “Sınırlamanın sınırlanması ölçütleri” olarak adlandırılan bu ilke ;

• Uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler,
• Oranlılık
• Dokunulmaz hakları içermektedir.
İdarenin, sınırlamanın sınırlanması ölçütlerine uymaması sonucunda ortaya çıkan eylemi açık bir hukuka aykırılık durumu oluşturmaktadır. İdarenin eylemlerinin “açık bir yolsuzluk ve usule aykırılık” ile “mülkiyet hakkına veya amme hürriyetine tecavüz” ün söz konusu olması ve bunun “maddi ve fiili icra” ile uygulanması yolu ile kamuya yansıyan eylemleri “fiili yol” olarak adlandırılmaktadır. Fiili yolun çok önemli bazı sonuçları olduğu, öğretide genellikle tartışmasız bir biçimde kabul edilmektedir. Bunlardan birincisi, biçimsel olarak bulunsa bile idari işlem ve kararların “yok hükmünde” sayılması ile idarenin sorumluluğunun nitelik ve hukuksal esasının değişmesi; ikincisi de; bir öncekinin doğal uzantısı sayılması nedeniyle kamu görevlisinin adliye mahkemesi önünde kişisel sorumluluğunun söz konusu olmasıdır. Fiili yolda artık o tutum ve davranışın,ne idare ve ne de kamu göreviyle bağdaştırılması mümkün olmadığından olay tam anlamıyla bir suç ve hukuksal yönden de “haksız fiil”e dönüşmektedir.
Anayasa Mahkemesi, olağanüstü dönemlerde çıkarılan KHK’lerin yargısal denetimine ilişkin olarak verdiği 90/25 E., 91/1 K. nolu ve 10.9.1991 tarihli kararında; belli bir bölge ve zaman için olağanüstü hal uygulanan yer ve süreyi bağlayacak biçimde çıkarılan KHK’lerin sadece bu sınırda işlev görmediğini, daha geniş bir an ve zamana etki yaptığını belirtmiştir. Bu KHK’ların, Olağanüstü Hal Kanununda da değişiklik yapılabilir ve gerek OHAL ve gerekse bu yasada değişiklik yapan yasalar Anayasa Yargısı denetimine tabidir. Bu yasalar Anayasa Mahkemesi denetimine tabi iken, (Anayasa m.148/1) anayasa yargısının görevi dışında kalan olağanüstü dönem KHK’lerinin söz konusu Kanunu değiştirebileceğinin kabulü, Hukuk Devleti ilkesine aykırıdır. İdarenin işlemlerine karşı iptal davası açılması, olağanüstü dönemlerde de yasaklanamaz. (Any . m. 91/6 E., 91/20 K. 3.7.1991)

Anayasa’nın geçici 15. maddesi belirli bir dönemde fevkalade şartlar altında siyasal görev yapan Milli Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisi Üyeleri ile bu dönemde alınan kararları uygulayan kamu görevlilerini cezai, mali ve hukuki sorumluluktan koruyan kurallar bütünüdür. fevkalade dönem olarak adlandırılan dönem 12 Eylül 80 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak TBMM başkanlık Divanı oluşuncaya kadar geçen süre içinde çıkarılan Kanunlar ile Kanun hükmünde kararnameler ile 27 Ekim 1980 tarihli 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun uyarınca çıkarılan karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceği yolundaki Anayasa Geçici 15. maddesinde sözü edilen dönemdir. Bu dönemde çıkarılan kanun ve Kanun hükmünde kararnamelerin Anayasaya aykırılığının iddia edilememesi o dönem bunların tartışma konusu olmalarının önüne geçmek üzeredir.
1961 Anayasası geçici 4. maddesi ve 82. Anayasası geçici 15. maddesi ile sürdürülen Anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamaması ve yasalara karşı cezai, mali ve hukuki sorumluluğun kaldırılmasına ilişkin hükümler, Anayasa Mahkemesi Başkan vekili Güven Dinçer’in 91/31 E. ve 91/ 27 K. No’lu karardaki, karşı oy yazısında belirttiği gibi; Türkiye’yi Anayasa ile değil, yasaklayıcı geçici maddelerle yönetilen bir ülke durumuna düşürmüştür. Kaldı ki Anayasal yorumlarda anayasal hakların eksiksiz kullanılması ve Anayasal kurumların bütünüyle çalışması temel yorum olmalıdır. Anayasa hükümlerindeki belirsizlik ve uyumsuzluk hallerinde geçici maddenin yorumunun da anayasal hakların eksiksiz kullanımını sağlayıcı ve madde kapsamını daraltıcı şekilde yorumlanması gerekir.

“Anayasa’nın 2. maddesinde “Hukuk Devleti” Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılmıştır. Cumhuriyetin nitelikleri Anayasa’nın 4. maddesinde sayılmış olan değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez biçimindeki hükümler arasında sayılmıştır. Böylece Anayasa’nın 1,2, ve 3. maddeleri, Anayasanın öteki hükümlerine göre bir “üst norm” niteliğindedir. Sözü geçen dönemde çıkarılan yasama işlemleri yönünden de olsa, Anayasal yargı denetimine yer vermeyen üstelik bu denetimsizliğe zamanla bir sınır da getirilmeden Anayasa’nın geçici 15.maddesini temel kabul ederek yapılan uygulama Cumhuriyetin ” hukuk devleti ilkesi” ile bağdaşmaz.
Öte yandan Anayasa’nın 138. maddesi, hakimleri önce Anayasaya, yasaya ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre karar vermekle görevli kılmıştır. Geçici 15. maddenin uygulanması durumunda hakim Anayasa hükmünü bir kenara bırakarak geçici maddesindeki Anayasanın uygulanmamasına ilişkin madde hükmüne öncelik tanımış olacaktır.

Anayasa’nın 125/1.maddesi “idarenin her türlü işlem ve eylemlerine karşı yargı yolu açıktır” “hükmünü düzenlemektedir. Geçici 15. madde hükmüne karşı idarenin tüm eylem ve işlemlerinin yargısal denetime tabi tutulabilir olmasının en büyük dayanağı Anayasa’nın “Cumhuriyetin Nitelikleri” başlıklı 2. maddesinde yer alan “hukuk devleti” ilkesidir.
Yürütmenin her tür eylem ve işleminin yargı denetimine açık oluşu, demokratik bir devlet niteliğini belirleyici bir ölçüdür.Temel niteliği değiştirilemez, değiştirilmesi önerilemez . Hukuk devleti ilkesi olan bir Anayasada geçici madde ile sınırsız bir zaman için tüm eylem ve işlemler için yargı zırhı oluşturulması temel niteliklere karşı yasamanın bir ihlalidir. Bu nedenle Hukuk devleti ilkesi temel alındığında Geçici 15. madde hükümleri sanık ve arkadaşlarının yargılanmalarının önüne geçebilecek nitelikte ve Anayasanın 2. maddesi göz önüne alındığında üst norm niteliğinde değildir.

Anayasayı ihlal suçunun (TCY.m 147) devletin cebri gücünü elinde bulunduranlar tarafından da işlenebilir.
Bu madde ile Cumhuriyetçiliğe, demokrasiye ve nitelikleri Anayasa’da belirlenmiş olan siyasal düzenimize yönelik, bünyesinde zor ya da şiddet içeren maddi hareketler teşebbüs aşamasında kalmış olsalar dahi cezalandırılmaktadır.
Yüksek Adalet Divanı kararında “cebren teşebbüs” lafzının sadece maddi cebir için değil, manevi cebir için de kabulü gerektiği teyit edilmiştir.Şikayete konu fiil TCK .147. maddesinde düzenlenmiştir. Şikayet edilen ve arkadaşları silahlı güçlerini kullanma cebri ile 12 Eylül 1980 tarihinde TCK’nun 147. maddesini ihlal etmişlerdir.
 

UNUTANLARA ANIMSATILIR………