Gazeteci İrfan Aktan, Kürt siyasetçilerin tutuklanmasını ve Ahmet Türk’ün hapishaneye girme ihtimaline karşı hazır tutuğu bavulunu yazdı.

Aktan, “Konuşma diline” vakıf olmayan Kürtlerin herhangi bir kuşağı değil, bizatihi devletin kendisi. Gerçi bu devlet şiddet dili tıkandığında, üç-beş kelimeden ibaret lugatıyla bir şeyler gevelemeye başlıyor. Fakat devletin konuşma dilinin süresi her zaman kısa sürer. Çünkü devlet “Kürtçe” bilmez, bilmek de istemez. O yüzden de Kürtleri anlamaz, anlamak da istemez. Anlayamadığı zaman da öfkeyi kendinde hak bulur. Karşıdaki konuşmayı sürdürünce bu sefer kulaklarını tıkar ama karşısındakinin dilinin dönmeye devam ettiğini gördükçe öfkeden çılgına döner.

“Ahmet Türk ise, Kürtlerin öfkesizliğinin temsili gibidir. Oysa devletin şu sıralar Kürtlerin öfkesizliğine değil, öfkesine ihtiyacı var. O yüzden de Kürtleri kendisiyle aynı dili konuşmaya zorluyor, provoke ediyor” ifadelerini kullandı.

İrfan Aktan’ın Gazete Duvar’da yayınlanan, “Kürt Ahmet Türk” başlıklı yazısı şöyle:

İşte Ahmet Türk’ün bavulunda devletin ezberine, gazabının hudutlarına, dilinin kodlarına dair ziyadesiyle malumat var ama tüm bu gazapla baş etmenin sabır bilgisi de var.

Gazeteci Sedat Sur, 21 Kasım sabahı gözaltına alınan Ahmet Türk’ün evine gidiyor. Türk’ün gözaltında olduğu 24 Kasım gününe kadar da bu ziyaretlerini tekrarlıyor. Son gün evde bir hazırlık yapıldığını fark edince, Türk’ün eşi Mülkiye Türk’e soruyor: “Siz ne yapıyorsunuz?” “Bavulunu hazırlıyoruz” diyor Mülkiye hanım ve sözü şöyle sürdürüyor: “Tutuklanacak. Ben bu devleti tanıyorum, çok iyi tanıyorum.”
 
Gazeteci Sur ise böyle bir ihtimali aklından bile geçirmediğini söylüyor: “Sonuçta 70 yaşında bir insan. En kötü ihtimalle denetimli serbestlikle bırakılacağını düşünüyordum. Fakat Ahmet Başkan da tutuklanacağını daha savcılığa çıkmadan önce çok iyi bildiği için avukatı Hüseyin Cangir’ten bavulunun hazırlanmasını istiyor.” Dahası, tutuklandıktan sonra yalnız tutulacağını, kıyafetlerini yıkamak zorunda kalacağını öngörmüş olan Türk, bavuluna beyaz değil renkli gömleklerinin konmasını istiyor. Bavul hazırlanıyor ve Türk daha savcılığa çıkarılmadan adliyenin önünde hazır tutuluyor. O esnada gazeteci Sur, deklanşöre basıyor ve Ahmet Türk’ün bavulunu tarihin kayıtlarına bir kez daha geçiriyor.
 
AHMET TÜRK’ÜN BAVULU
 
“Bir kez daha” diyorum, çünkü Ahmet Türk’ün bavulu yeni değil. Devlet savaşın dozajını her artırdığında Kürt siyasetçiler ya ülkeyi terk etmek veya hapishaneye gitmek üzere bavullarını hazırda tutuyorlar. Fakat Ahmet Türk’ün bavulunda sadece renkli gömlekleri yok. O bavulun içinde yarım yüz yıllık direnişin alet kutusu da var. 12 Eylül’de Diyarbakır Cezaevindeki her türlü saldırıya rağmen onurundan ödün vermemiş, yalpalamamış, gözünü nefret bürümemiş, aksine, yolunun uzunluğunu çok iyi idrak etmiş olarak bavuluna ne gerekiyorsa önceden yerleştirmiş bir Kürt siyasetçisi o.
 
Devletin zulüm ezberine karşı onun da bavulunda bir direniş ezberi var.
 
Devlet ve toplum yönetimini çoban-sürü ilişkisine indirgeyerek değerlendiren yaklaşım, tehdit olarak algıladığı talepkar-isyankar toplumsal kesimleri de bu yaklaşımı baz alarak bertaraf etmeye girişir. Cumhuriyet tarihi boyunca devlet, Kürt isyanlarını zaman zaman kitlesel katliamlarla (Dersim örneğinde olduğu gibi) bastırmaya girişmiş olsa da, esas olarak isyanın öncülerini yok ederek muvaffak olmaya odaklandı. “Çobansız sürünün” başıboşlukta bocalayacağı, yönünü şaşacağı düşünülerek hep ilk etapta “çoban” ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Demirtaş’ın, Kışanak’ın, Türk’ün ve diğer tüm Kürt siyasetçilerinin hapsedilmesinin sebebi de bu. Kürtlerdeki “sahipsizlik” duygusu böylece pekiştirilmeye çalışılıyor. Sayısız Kürt önderinin öldürülmesi, idam edilmesi, zindanlarda çürütülmesi, sürgüne zorlanması bu nedenleydi.
 
TÜRK KONUŞULABİLECEK SON KUŞAKTAN DEĞİL
 
Şu sıralarda da aslında devletin tarihsel ezberi tekrarlanıyor. Şimdiki güvenlikçi politika büyük iddialarla, şişinmelerle, kindarlıkla, gözükaralıkla yürütülse de aslında her adım eski nakaratın tekrarından ibaret.
 
Ahmet Türk, konuşulabilecek son kuşaktan değil. Yeni kuşaklar da konuşmaya her zaman açık. Örneğin yeni kuşağın en etkili lideri Selahattin Demirtaş’ın “konuşulamaz kuşaktan” olduğunu kim iddia edebilir? Hayır, “konuşma diline” vakıf olmayan Kürtlerin herhangi bir kuşağı değil, bizatihi devletin kendisi. Gerçi bu devlet şiddet dili tıkandığında, üç-beş kelimeden ibaret lugatıyla bir şeyler gevelemeye başlıyor. Fakat devletin konuşma dilinin süresi her zaman kısa sürer. Çünkü devlet “Kürtçe” bilmez, bilmek de istemez. O yüzden de Kürtleri anlamaz, anlamak da istemez. Anlayamadığı zaman da öfkeyi kendinde hak bulur. Karşıdaki konuşmayı sürdürünce bu sefer kulaklarını tıkar ama karşısındakinin dilinin dönmeye devam ettiğini gördükçe öfkeden çılgına döner. İşte o zaman ezberlediği dile rücu eder.
 
Ahmet Türk ise, Kürtlerin öfkesizliğinin temsili gibidir. Oysa devletin şu sıralar Kürtlerin öfkesizliğine değil, öfkesine ihtiyacı var. O yüzden de Kürtleri kendisiyle aynı dili konuşmaya zorluyor, provoke ediyor.
 
1993 ATEŞKESİ VE SONRASI
 
Gazeteci Eyüp Demir’in büyük sebatla hazırladığı “Yasal Kürtler” kitabı parlamenter siyaseti temel direniş yöntemi olarak bellemiş olan Kürtlerin maruz kaldığı devlet ezberinin önemli veçhelerini naklediyor. Demir’in kitabına dayanarak Ahmet Türk’ün bavulundaki birkaç “bilgi notunu” hatırlarsak, henüz savcılığa çıkmadan bavulunu neden hazırlattığını daha iyi anlarız.
 
1993’e gelene kadar devlet şiddet diline kısmen ara vermişti. Heyetler o zaman Bekaa Vadisi’nde olan Abdullah Öcalan’la görüşmelere başlamış, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın mesajları taşınmıştı.
 
Görüşmeler olumlu geçince 17 Mart 1993 tarihinde Öcalan, Lübnan’ın Bar Elias kasabasında “tek taraflı ateşkes” ilan etmişti.
 
Gazeteci Yazgülü Aldoğan, 17 Mart 1993 tarihli köşesinde şunları yazacaktı: “Şiddet şiddeti doğuruyor. Bu şiddetten birileri sebepleniyor. Şiddet tek yanlı durmaz. Birileri silahı bırakırsa birilerinin daha bırakması gerekir.”
 
Güngör Mengi ise, aynı gün Sabah gazetesindeki köşesinde, “Biz yıllardan beri bir savaşın içindeyiz. Kendimizi hep yenmek, ezmek, yok etmek hedeflerine şartladık. Şimdi önümüzde beklenmedik bir durum çıktı. Bu sürprize kurtuluş diye sarılmayalım, kabul. Ama düşman gibi de bakmayalım. PKK ateşkesi durduracaksa durdursun” diyordu.
 
Buna karşın milliyetçi Ortadoğu gazetesi yazarlarından Necdet Sivaslı, PKK’nin ateşkes çağrısı yaptığı sıralarda askerin PKK’ye bahar operasyonuyla son darbeyi vurma hazırlığı yaptığını, yani devletin tek bir yüzü olmadığını hatırlatıyordu: “Öyle görünüyor ki, Apo’nun silahı bırakmaya niyeti olması, güvenlik güçleri üzerindeki engelleri kaldırmayacak. PKK ile dağda, taşta, içeride ve dışarıda sonuç alınıncaya kadar devam edecek.”
 
Zaten dönemin OHAL Valisi Ünal Erkan da örgütün toparlanmak için zamana ihtiyaç duyduğunu söylüyor, operasyonlarda binin üzerinde militanın öldürüldüğünü, örgütün dağılma aşamasına girdiğini muştuluyordu! (Sabah, 17 Mart 1993).
 
TÜRK, 1993: ‘SİLAHLAR SUSSUN KALEMLER KONUŞSUN’
 
Buna rağmen “süreç” devam edince, bir ay sonra aralarında Ahmet Türk’ün de olduğu heyet tekrar Öcalan’la görüşmeye gitmiş ve kısa vadeli ateşkes süresiz ateşkese döndürülmüştü. Öcalan’ın ateşkesi süresiz uzattıklarını açıkladığı gün, 16 Nisan 1993 tarihinde, o zaman Halkın Emek Partisi Genel Başkanı olan Ahmet Türk şiddetsiz bir dünya arzuladıklarını söylemiş ve eklemişti: “Kürt halkının özgürlüğünü istiyoruz. Amaç bu ortamın gerekli kılınmasıdır. Bunun için hem devlete hem de PKK’ye sesleniyoruz: Barışı öne çıkartalım. Öcalan’a bir kalem hediye ettim. Bu, silahlar sussun, kalemler konuşsun anlamına gelmektedir.”
 
Özal ikinci ateşkes açıklamasını “memnuniyetle” karşılarken Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral ise Ahmet Türk hakkında soruşturma başlattı.
 
Ertesi gün, (17 Nisan 1993) sürecin mimarı olan Cumhurbaşkanı Özal, şaibeli bir biçimde ölmüş veya kalemi kırılmıştı.
 
Oysa o tarihte Türkiye’de hükümetle PKK arasında yürütülen dolaylı görüşmeleri onaylayanların oranı yüzde 45.71’di. Siyasi çözüm diyenlerin oranı yüzde 45.72, ekonomik çözüm diyenler yüzde 41.72, askeri çözüm diyenlerin oranı ise yüzde 12.57’ydi. (Hürriyet gazetesi 17 Mart 1993)
 
Uzun lafın kısası, ateşkes 2 ay 8 gün devam etti. 24 Mayıs 1993’te, artık Özal’ın koltuğunda oturmuş olan Süleyman Demirel başkanlığındaki Milli Güvenlik Kurulu, eylemlere girmemiş PKK üyelerine af önermiş, aynı gün Bakanlar Kurulu bu öneriyi konuşurken Bingöl’de 33 er katledilmişti. Demirel’in ilk açıklaması şuydu: “Yaptıkları büyük enayilik. Günah bizden gitti.”
 
PKK MECLİS’TE!
 
Ve Çiller: “PKK ya bitecek ya bitecek.”
 
Ve Genelkurmay başkanı Doğan Güreş: “Bu bir düşük yoğunluklu savaştır.”
 
Ve DGM, 12 Mart 1993’te ABD’ye yaptıkları seyahat yüzünden Ahmet Türk ve Leyla Zana hakkında soruşturma başlattı.
 
Ve 14 Temmuz, 1993’te HEP kapatıldı, bayrağı 4 Nisan 1993’te kurulmuş olan DEP devraldı.
 
Ve 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde tekrar Demirel, Kürt milletvekillerini kastederek: “Buradan açıkça ilan ediyorum ki, kim bu kan dökenlere destek oluyor veya onlara sempati duyuyorsa, Çatık’ın Sündüz Yaylasında, Bitlis’in Zeytindalı köyünde, Erzincan’ın Başbağlar’ında şehit edilen vatan evlatlarımızın katilidir.”
 
Ve şimdi adına “yandaş” denen ama o zamanki sıfatı “Mehmetçik” olan medya hep bir ağızdan: “PKK Meclis’te.”
 
Ve dört gün sonra, 4 Eylül 1993’te Ahmet Türk’ün çalışma arkadaşı, DEP milletvekili Mehmet Sincar, gün ortasında, faili meçhul cinayetleri araştırmak üzere gittiği Batman’da vurularak öldürüldü.
 
Ve 16 Eylül, DEP Genel Başkanı Yaşar Kaya, o zamanın devlet muhafızı bir köşe yazarının çarpıtma yazısı dayanak gösterilerek tutuklandı.
 
Ve 14 Şubat 1994, DEP’in Ankara il binası, 18 Şubat 1994, DEP’in genel merkezi, Ankara’nın göbeğinde bombalandı.
 
Ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş: “Eşkıyayı sadece Bekaa’da aramayın. Maalesef bunların bir kısmı yüce Meclis’in çatısı altındadır.”
 
BASKI MAKİNESİNİN İĞRENÇ YÜZÜ

 
Nihayet tarih 2 Mart 1994. Saat 20:40. Yer Türkiye Büyük Millet Meclisi. Genel Kurul’da Mardin Milletvekili Ahmet Türk’ün dokunulmazlığı oylanacak. Kürsüye çıkan Türk, Çiller ve tayfasına değil, “sosyal demokrat” Bülent Ecevit’i eleştirir. 1977’de CHP’nin Genel Başkanı olduğu sırada kendisini Mardin’deki milletvekili aday listesinin başına koyduğunu hatırlatır, o zamanki Ahmet Türk’le şimdiki Ahmet Türk’ün aynı olduğunu söyler ve “50 yaşımdan sonra mı bölücü oldum” diye sorar. Neticede Orhan Doğan, Leyla Zana, Selim Sadak ve diğer DEP’liler gibi dokunulmazlığı kaldırılır ve tutuklanır.
 
Sonrasını, Ocak 1995 tarihinde Der Spiegel’deki makalesinde Yaşar Kemal şu sözlerle özetleyecekti: “Kürtler on yıllardan bu yana süren baskı nedeniyle felçli gibiydi. Kürt halkı direnmeye başladı. Çünkü bu baskı rejiminde en kötü muameleyi gören onlardı. Açlık, sefaletle yüz yüze kaldılar. Dilleri yasaklarla yasaklandı. Onlar ‘dağlı Türkler’ olarak anıldılar ve her on-on beş yılda Anadolu’nun dört bir yanına sürüldüler. Kimliklerini tanımadılar. Kürtlerin giderek kuvvetlenen direnişi silahlı bir hareket doğurdu. Baskı makinesi gerçek iğrenç yüzünü gösterdi. Kürt direnişini kırmak için inanılmaz bir propaganda kampanyası başlattılar.”
 
Ha, elbette Yaşar Kemal bu yazısı yüzünden DGM’lerde yargılandı.
 
İşte Ahmet Türk’ün bavulunda devletin ezberine, gazabının hudutlarına, dilinin kodlarına dair ziyadesiyle malumat var ama tüm bu gazapla baş etmenin sabır bilgisi de var.