M. Serdar Korucu / Demokrat Haber

90’lı yılarda Türkiye dış dünya ile arasına kalın bir perde çekmişti.

Ne ışık sızıyordu içeriye.

Ne bir ses duyuruluyordu dışarıya.

 

Ağızlar kapatılmış, gözlere bant geçilmiş, kulaklar sağır olmuştu.

Tek bilinen ülkenin doğusunda, güneydoğusunda çok kötü şeylerin yaşandığıydı.

 

Medya sessizdi bu süreçte.

Neden çıt çıkaracaklardı ki?

Yaşananlar kendi “yaşam sınırlarının” dışındaydı ne de olsa.

Hem kim gidecekti yüzlerce kilometre öteye? Gitseler ne olacaktı?

Bu konularla ilgili çalıştıkları kurumda haber yapamayacakları kesindi.

Sonuçta konu “memleket meselesi”ydi.

Akan sular dururdu bu konuda.

Hiçbir şey devletin çıkarlarından önemli değildi.

İnsan hayatı da öyle.

Zayiat çatışmanın doğasından görülüyordu.

Tıpkı bugün olduğu gibi.

 

O dönemde daha şiddetli olansa önü arkası kesilmeyen bombardımanlar, köy boşaltmalardı.

Ve tabi ki silahlı güçler arasındaki çatışma.

 

O dönem ayrılık hayalleri kuran PKK karşısında sadece ordu yoktu.

En büyük rakip Hizbullah’tı.

Onlar da Kürt hareketiydi.

Ama kendilerini böyle tanımlamıyorlardı.

Dini referans almışlardı, hedeflerini dinsiz olarak gördükleri PKK diye duyurmuşlardı.

Bölge kan gölüne dönüyordu.

Hizbullah yıllar geçtikçe amacını genişletecekti.

Sonunda kendi ahlak anlayışına uymayan herkesi namlunun ucuna koyacaktı.

 

Ülkenin batısı çok sonra fark etti Hizbullah’ın gerçek yüzünü.

Domuz bağı ile katledilenleri görünce anladı, doğuda nelerin yaşandığını.

 

Nereden çıktı şimdi Hizbullah gerçeği derseniz...

 

Başbakan Erdoğan’ın “İmam Hatip okullarının terörist ve anarşist yetiştirmediği” iddiasının ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç 8 Aralık’ta “Diyarbakır'ın mayasında çok şükür Müslümanlık var” dedi ve ekledi: “İnanandan zarar gelmez” .

 

Başka söze gerek var mı?