Serdar Korucu / radikal.com.tr

Tuzla Ermeni Çocuk Kampı, nam-ı diğer Kamp Armen’in durumu, Ermeni toplumu tarafından yıllardır bilinen, Türkiye kamuoyununsa gündemine bugünlerde taşınan bir sorun.

Kampın hikayesi, İstanbul Gedikpaşa’da Ermeni Protestan Kilisesi’nin cemaatin yoksul çocukları için, 1962 yılının Kasım ayında bugün tartışma konusu olan arsayı satın almasıyla başladı. Tabi, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Valiliğin özel izin belgesi ile… Tapuda “Kumkapı Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı” adı tescil edildikten sonra, arazinin üzerine bir kamp inşa edildi. Bu inşaat sürecinde “amele grubu”nda 8-12 yaşlarında 30 çocuk vardı.

Kampı “Atlantis Uygarlığı” diye niteleyen Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink ve eşi Rakel Dink’in de yolunun kesiştiği yere el konulması içinse 1979’da düğmeye basıldı. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Kartal 3. Asliye Hukuk Hakimliği’ne başvurdu, tapunun iptalini istedi. Dava sonunda arazi eski sahibine iade edildi. Ancak arsada değişiklik vardı, aradan geçen zamanda ağaçlandırılmış, üzerine çocukların emeği ile inşa edilen bir kamp kurulmuştu.

Bu sürecin yaşanmasına neden olarak, Kıbrıs geriliminin yaşandığı, 1974’te Yargıtay’ın aldığı bir karar gösterildi. Bu kararda, “Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır…Bu nedenle de karşılıklı olmak şartıyla yabancı Gerçek Kişilerin Türkiye’de satın alma veya miras yolu ile taşınmaz mal edinmeleri mümkün kılınmış olduğu halde, Tüzel kişiler bundan yoksun bırakılmışlardır” deniliyordu. Böylece Vakıflar Genel Müdürlüğü de azınlık vakıflarının 1936 beyannamesinden sonra edindiği gayrimenkullerin geçersiz kabul edilmesi istemiyle birbiri ardına dava açabiliyordu.

Bu açılan davalar arasında Ermenilere karşı olanların bir başka özelliği de vardı elbet. Ne de olsa 1975’te başlayan ASALA eylemleri ile gözler Türkiye’deki Ermenilerin üzerine çevrilmişti. 2007’de öldürülen Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink ise bu süreci şöyle anlatıyordu: “Sekiz yaşımda gittim Tuzla’ya. Tam 20 yıl oraya emek verdim. Eşim Rakel’i orada tanıdım. Birlikte büyüdük. Orada evlendik. Çocuklarımız orada doğdu…12 Eylül’den sonra kampımızın müdürünü Ermeni militan yetiştiriyor suçlamasıyla içeri aldılar. Haksız bir suçlamaydı. Hiçbirimiz Ermeni militanlar olarak yetişmemiştik… Ama bir gün elimize bir mahkeme kağıdı tutuşturdular…Ne yapalım ki karşımızda devlet vardı. Şikayetim var ey insanlık!”

Bugün bir bölümü yıkılan kamp içinse Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Pastörü Kirkor Ağabaloğlu umutsuz. “Bu devletin başarısı!” diye tepkisini dile getiriyor ve ekliyor: “Tanrı huzurunda hesap verecekler.”

Geçen haftadan itibaren gözler kampın üzerindeydi. Yıkılacağı iddiaları konuşuluyordu. Ve bir sabah dozerlerin kampa girdiğini gördük. Bu süreçte ne yaşandı?

Açıkçası biz de bunu hala öğrenemedik. Evet, mülke bugüne kadar zaten el konulmuştu. Çok kez de el değiştirdi. Ancak buna rağmen bir türlü belediyeden yasal izin alınamamış, kimse orada yeni bir inşaata başlayamamıştı. Ne oldu, nasıl bir yöntem kullanıldı hala bilmiyoruz. Tek bildiğimiz sessiz, sedasız bir sürecin işlediği.

Zamanlamanın sizin için özel bir anlamı var mı?

Tam da seçim arifesinde, herkesin gözü sandıklara çevrilmişken burayı bir anda yıkarsak ses getirmez diye düşünmüş olabilirler. Ama hala detayları bilmiyoruz. Tek bildiğimiz yaşananlar, bu yıkıma izin verenler için utançtır.

Yıkım görüntüsünü izlediğinizde ne hissettiniz?

İlk travmamız vakıf mülklerinin elimizden alınmasıydı. Bu ikinci travmamız oldu. Orası sadece bir arazi değil. Bugün 8 milyon dolar fiyat biçildiğini duyuyorum. Orası kimin kampı? Kim orayı güzelleştirmiş? Kim emek harcamış? Orada çocukların emeği ile inşa edilen bir kamp var. O çocuklar bugün büyüdüler, yetişkinler. O insanlar oraya baktıklarında çocukluklarını yaşıyorlardı. Kuru bir toprağa hayat vermişlerdi. O günün çocukları bugün ağıt yakarken bugün başkaları bayram ediyor. Bu büyük bir utanç kaynağı. Devletin yerinde olsam bu utancı hazmedebilir miydim bilmiyorum.

Süreçten kimi sorumlu tutuyorsunuz? Şirketi mi, devleti mi?

Bir zamanlar çocuklara umut veren bir alanken, bugün perişan halde olması devletin başarısı. Darbeyi vuranlar kepçenin sahibi değil, devletin kendisi. Zaten en çok da devletten darbe yemek ağır geliyor. Yaşananlar karşısında hiçbir şey yapılmaması büyük ayıp. Düşünsenize cemaatimizin parası ile yetimlerin kullanımı için alınmış bir yer zorla geri alınıyor ve birileri zengin ediliyor. Biz de uzaktan seyretmek zorunda kalıyoruz. Halbuki bir devlet vatandaşının malını gasp edebilir mi? Birileri gasp etmişse de buna göz yumabilir mi?

Halbuki iktidarın en temel söylemlerinden biri azınlık vakıf mülklerinin iadesi üzerineydi.

Toplantılarda da bize “Siz asli unsursunuz, bu memlekette eşitsiniz” deniliyor ancak uygulamada ne asli vatandaşlığı ne de eşitliği görüyoruz. Her zaman ötekiyiz. Anavatanımızda yabancı gibiyiz. Her zaman tetikteyiz. Yarın başka ne uygulama getirecekler diye korkuyoruz. Bu durum insanda travma yaratıyor.

Bugüne kadar kampın statüsü neden tartışılmadı?

Herkes o binanın duruyor olmasından bile teselli buluyordu. Mülk elimizde olmasa da yıkılmamıştı. En azından gidip geliniyor, ziyaret ediliyordu. Ama artık tüm hayallere, alın terlerine darbe vuruldu.

Vakıf mallarının iade süreci size umut vermiş miydi?

Biz yasalar çıkartılırken bunun parça parça olacağını düşünmemiştik. Hepsini kapsayacak bir adım bekliyorduk. Olması. Zaman zaman iyileştirmeler yapıldı fakat umduğumuzu bulamadık. Biz yargı yollarına başvurduğumuzda “Bakın bazı çalışmalara başladık, AİHM’e gidilmesin. Ülkemiz aleyhine konuşulmasın.” deniliyordu. Ne oldu? Kepçeler kafamıza indi. Biz de çok safmışız, inanmışız, kandırılmışız.

Kampın bir başka özelliği de Hrant Güzelyan’ın Ermeni soykırımından kurtulan Anadolu’daki ailelerin çocuklarını Tuzla'ya getirtmesiydi. Bu sembolün Ermeni toplumu için anlamı neydi?

O kamp 1915 Soykırımı’ndan kurtulmuş olanların çocukları ve torunları için sığınma eviydi. Orada topluma kazandırıldılar. Devlet de bundan rahatsız oluyordu Zaten rahmetli Hrant Dink de bu nedenle çok acı çekti. Çünkü Anadolu’daki fakirleşmiş ailelerin çocukları yok edilmek isteniyordu. Olmadı. Tanrı korudu. Bu çocuklar Tuzla’ya geldiler, büyüdüler, yetiştiler. Kampa bu darbenin vurulması soykırım tohumunun hala mevcut olduğunu gösteriyor.

“VAKIFLAR BEDDUASINI UNUTMASINLAR”

Bugünlerde siyaset meydanlarında en çok tartışılan konular dini mesaj içerikli. Bu konular gündemdeyken yaşananlar manidar değil mi?

Herkes dinden, imandan bahsediyor ancak kim uyguluyor? Orada açıkça yetim hakkı, kul hakkı yeniliyor. Hayretler içindeyim. Hiç mi vicdanları yok? Eskiden Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Karaköy’deki binasının üzerinde bir yanda vakıf duası öbür yanda vakıf bedduası bulunurdu. O yazıyı unutmasınlar. Eskiden o yazıyı yapıştıranlar bugün o bedduadaki laneti üzerlerine alıyorlar.

İncil’de de buna benzer bir mesaj vardı değil mi?

Evet. Haksız vergi toplamasıyla bilinen Zakkay Tanrı’nın merhametini fark edince, İsa Mesih’e der ki “Bir kimseden haksızlıkla bir şey aldımsa dört katını ödeyeceğim” Bunun üzerine İsa ona “Bu ev bugün kurtuluşa kavuştu” der. Artık Türkiye’nin de kurtuluşa kavuşması lazım. Bu suç kabul edilmeli.

Siz hakkınızın verilebileceğine inanıyor musunuz?

Kutsal Kitap bize “devlete hürmet edin” der. Biz de buna inanıyoruz, kurallara uyuyoruz. Ne yazık ki biz sorunun çözüleceğine artık inanmıyoruz. Sürekli kandırılıyoruz. Ama bu dünyada aldatılsak ne olur ki? Aldanan mı zarar eder, aldatan mı? Bu dünyada olmasa da Tanrı’nın önünde hesap unutulmaz. Onun önünde hesap verecekler. Dilerim ki Rab onların gözlerini açsın, tövbe etsinler, malımızı geri versinler. Yoksa biz bu devletten alacaklıyız.