Fotoğraf: MUHSİN AKGÜN

 

PINAR ÖĞÜNÇ / Radikal

 

Felsefe öğretmeniydi, sendikal faaliyetleri yüzünden meslekten uzaklaştırıldı. Diyarbakır Sur Belediye Başkanı’yken 2007’de ‘çok dilli belediyeciliğe’ kafayı takınca İçişleri Bakanlığı görevden aldı. 2009’da oyunu arttırarak tekrar seçildi. Aynı yıl KCK operasyonunda tutuklandı.

 

Teşhisi 2001’de konan ağır kan hastalığı cezaevi koşullarında ilerleyince ölümden döndü. Kamuoyu baskısıyla tahliye oldu, tedavi için yurtdışı yasağı kalksın diye yine büyük bir kampanya yapıldı.

 

Abdullah Demirbaş hakkında açılmış ‘bildiği’ 73 dava ve soruşturma mevcut. Toplam 480 yıl hapis isteniyor. Misal asker annesiyle gerilla annesinin gözlerinin aynı baktığını söylediği için örgüt propagandasından, işe almada Kürtçe, Ermenice, Süryanice bilenlere öncelik tanıdığı için anayasanın eşitlik ilkesini ihlalden yargılanıyor.

 

1989’da kızı için verdiği mücadeleyle Berfin nüfus kayıtlarına geçen ilk Kürtçe isim olmuştu. Bir oğlu üç yıldır dağda, bir oğlu askere gitmeye hazırlanıyor. Sur’un yarısında cep telefonu numarası olan bir başkan. “Oğlum Roj çekmiyor” diye de aranıyor, gece 2’de “Başkanım sen bilirsin, Öcalan yakalandığında Clinton mı başkandı, Bush mu?” diye de. Konuşacak çok şey var.

 

Yasak kalktı, tedavi oldunuz, sonra bir şey olmamış gibi işinizin başına döndünüz. O arada neler yaşadığınızı hiç bilmiyoruz aslında…

Yaşamımda az ağlamışımdır. Cezaevinin kapısında dönüp bir baktım ve ağladım. Ayağım dışarıda, yüreğim içerideydi. Tutuklandığım gün de aynı hüznü yaşadım. Çünkü beni kelepçeleyen polis de öğrencimdi, savunmaya gelen avukat da. Kelepçe takarken öğrencimin gözlerindeki sıkıntıyı gördüm. Onu gördüğüm için sevinçliydim ama kelepçe takmak zorunda kalışında da bir acı vardı. Bilecik’te bir ağır ceza reisi var yine öğrencim. Beni yargılayan hâkim de o olsaydı, ne olacaktı bilmiyorum (Gülüyor).

 

Hastanede neler yaşadınız?

En son öksürürken kan akıyordu. Hastaneye geldiğimde yanımdaki yüzbaşı bir an önce baksınlar da döneyim istiyordu. Doktorlarsa ölüm riskimin olduğunu söylüyordu. Hasta koğuşundaydım ama ellerim kelepçeliydi, yatağa da kelepçelenmiştim. Bir de kan dolaşımı için baş aşağı durumdayım. Doktor, ölmekte olduğumu, sorumluluğu üzerine alacağı kâğıt imzalaması gerektiğini söyleyince yüzbaşı kelepçeyi açtırdı. 55 gün kaldım hastanede ve bir aşamada ötenazi talebinde bulundum.

 

Öyle mi? Neden?

Ötenazi isteğim ağrılarla ilgili değildi. Raporumuza rağmen mahkeme tahliye talebini iki defa reddetti. O ara bir gazetede 16 yaşında bir genç kıza üç ay tecavüz eden bir işadamının 10 yıl ceza aldığını, 10 bin lira kefaletle serbest bırakıldığını okudum. Şöyle düşündüm, bir siyasetçinin tecavüzcü kadar değeri yok bu ülkede. Doktor ötenazinin Türkiye ’de yasalarda olmadığını söyledi. ‘İlaç almama hakkım var mı?’ diye sordum. Üç gün içmezsem ölürüm zaten. Avukatım aracılığıyla genel merkeze, Osman Baydemir’e haber gönderdim. Ailem paniklemişti. Bu arada askerler durumu üstlerine bildirmiş. Meclis İnsan Hakları Komisyonu’ndan bir yetkili geldi. Parti de kabul etmedi kararımı. İki gün sonra ilaç almaya başladım. Sonra çeşitli hastanelerde tedavi… Bir yandan alternatif tıbba yöneldim: Akupunktur, biyoenerji, sülük tedavisi… Bunlar pozitif enerjiyi arttırdı. O ara hasta tutuklularla ilgili çalışmak iyi geldi. Kampanya ayrıca mutlu etti. Türkiye’de ilk defa kamuoyu baskısıyla zafer kazanıldı. Sosyal medyanın gücü anlaşıldı.

 

Neticede izni veren kim oldu?

Abdullah Gül’e, Başbakan’a, bakanlara, Avrupa Konseyi’ne, BM’ye, Obama’ya mektuplar yazılmış. Ama izni mahkeme verdi. En ilginci Abdullah Gül’ün danışmanının aramasıydı. “Yargı bağımsız olduğundan bir şey yapamıyoruz” dedi. Mahkemeye yedi-sekiz defa başvurulmuş, kaçma şüphesiyle reddedilmiş. Sonra ‘mevcut delil durumu göz önüne alınarak adli kontrolün kaldırılmasına’ karar verildi. Hastalığım yoktu kararda. Arada delillerde ne değiştiyse? İşte Almanya ’ya, Fransa ’ya gittim. şimdi daha iyiyim. En önemlisi moraldir. Barış için, demokrasi için çok neden var. Benim daha da fazlası var. Bunlar yaşama bağlıyor beni.

 

Nedir o nedenler?

Benim evladım dağda…

 

Oğlu dağda olan birinin barıştan söz etmesi daha inandırıcı mı geliyor, yoksa tamamen samimiyetsiz mi bulunuyor?

Ben mesajlarımızın daha samimi olduğunu düşünüyorum. Geçenlerde İMC TV’de Nazım Alpman’ın programında “Yüreğim üç parça. Bir parçası dağda, bir parçası askerde, bir parçası cezaevinde. Bu yüreği birleştirmek gerekli” dedim. O kadar pozitif tepki aldım, o kadar çok Türk aradı ki. şaşırtıcıdır, daha ulusalcı bilinen İzmir’dendi en çok arayan. Çok sevindim. Bir baba, bir anne düşünün, yarım saat geç kalan çocuğunu ne kadar merak eder? Benim gibi binlerce anne-baba, yıllardır evlatlarının nerede olduğunu bilmiyor.

 

Hiç haber aldınız mı?

Hayır. Kötü haber almadım, bu iyi bir şeydir, tesellidir. Üç yıldır çocuğunu görmeyen bir babanın evladını görme istenci artar mı, azalır mı? Evladıma kavuşmamın tek yolu var, onurlu bir barış. Çocuğu askerde olan bir anne- babanın her gün haberleri izleyişinde yaşadığı duygu neyse, bir gerilla annesi babasının yaşadığı da aynısıdır. Bir fark var: Asker olan belki zorunluluktan gitmiştir. Ama bizimki başka mücadele zemini kalmadığından… Ben de özgürlük istiyorum, oğlum da. Ben yöntemi demokratik siyaset olarak görüyorum. Fakat ben demokratik siyaset yaparken engellendiğim için oğlum silahla özgürlük arıyor. Kürtlerin dağa çıkış trajedisi budur.

 

İlk dalga KCK tutuklamalarında sizin sıra sıra kelepçeli bir fotoğrafınız var. Gençler üzerinde o fotoğrafın tesiri ne oldu?

Söyleyeyim, benim bildiğim iki bin genç dağa gitti. Çevremden 15 genç… O fotoğraf diyordu ki ‘Siyaset yaparsanız sonu budur’. Umudumun azaldığı oluyor ama eninde sonunda bu iş demokratik siyasetle çözülecek. Şu anda önemli bir eşikteyiz.

 

Başbakan mı çözecek? Ne diyorsunuz Leyla Zana’nın sözlerine?

Benim için kimin çözeceği önemli değil. Erdoğan olur, Gül olur... Bir diğer aktör de Abdullah Öcalan’dır. Şahsen Erdoğan’ın çözebileceğini zaman zaman düşündüm ama bazı duygusal çıkışları umudumuzu yok ediyor. Bu hükümetin en kötü yanı, umut veriyor ama pratik adım atmıyor. Siyasetçiler kaybetmeyi göze almadan kazanamazlar. İki oy hesabına barış kurban edilemez. Ben ölen askerden de, gerilladan da, korucudan da, polisten de acı duyuyorum. Çünkü onların da annesi-babası var. Diğer oğlum öğretmen adayı, askere gitme durumu var. Annenin yaşadıklarını düşünün; biri orada, biri orada olacak. Bizim ev askeri hava sahasının üzerinde. İnanın gece Kandil ’e uçaklar kalktığında bizde uyunmuyor. Anne sabaha kadar dua ediyor. Kim bizden daha çok isteyebilir barışı?

 

‘BÖYLE YAPILIRSA KIYAMET DE KOPMAZ’

‘Çok dilli belediyecilik’ deyince akla siz geliyorsunuz. Kürtçenin yanına, Ermenice, Süryanice sos olarak eklenmediyse, başınıza sırf bu yüzden bir sürü şey gelmişken nedir dil meselesindeki inadınız?

Ben Kürt’üm. Kendim için ne istiyorsam, birlikte yaşadığım halklar için de aynısını istiyorum. Türkçe-Kürtçe olarak iki dilde yapabilirdik ama o zaman bu yıllardır devletin bana uyguladığı politikadan farksız olurdu.

 

Ben bir Ermeni’ye zulmedersem ne kadar demokrat olurum? Dönüştürmek isteyen, önce kendi dönüşmelidir.

 

Bu nedeni. Sonuçları ne oldu? Mesela kaç Ermeni var şu anda?

2005’te iki kişiydiler; Sıtkı Amca’yla, Bayzar Teyze. şimdi Ermenice kurs açıyoruz, 40 kişi geliyor, bir sonrakine talep 100 kişi. Çoğu, ailesi Ermeni olan ve senelerdir bunu gizleyenlerdir. Bir çıkışımız aynı zamanda zihniyet devrimi yarattı. Cesaretlendiler, insanlar ‘Ben de Ermeniyim’, ‘Ben de Süryaniyim’, ‘Ben de Yezidiyim’ demeye başladı. Bu önemlidir. İlk kez Domani (Roman) personel aldık. Meclis’te temsil edilmeyenler için Kırklar Meclisi’ni kurduk. Kürtçe seçmeli oldu, biz yargılanıyoruz.

 

Dil ve kimlik meselesine kafayı takmış biri olarak seçmeli Kürtçe ders ileri doğru bir adım mıdır, eksik bir adım mıdır, nedir?

Bir Türk için seçmeli Kürtçe dersi iyidir. Kendim için doğru bulmam. Hakkım bana seçmeli sunulamaz.

 

Senelerdir iletişim için Türkçenin konforunu kullanan bir Türk ebeveynin çocuğuna seçmeli Kürtçe aldırabileceğine inanıyor musunuz?

Olacak bence. Çünkü Kürtlerin dillerine sahip çıkışı da arttı bu arada. Bakın çözüm o kadar zor da değil. Anayasanın 42. maddesine, bir de İlköğretim Kanunu’na ‘Eğitim çok dilde yapılır’ eklense yeter. Anadilde eğitim demeye bile gerek yok. Türkiye halkını anlayabiliyorum; yıllarca bölünme fobisiyle yönetildiler. Ama böyle yapılırsa kıyamet de kopmaz. Ortak dil Türkçe olur. Diller belirlenir, seçenek sunulur. O eğitim bölgesinde 10-15 öğrenci toplanıyorsa sınıf açılır. Bu İstanbul’da yaşayan bir Kürt’le Diyarbakır’da yaşayan bir Kürt’ün anadilde eğitim hakkını da sağlar.

 

Yine aday olacak mısınız?

Bayrağı teslim etmeyi düşünüyorum. Partimizin vereceği karar vardır ama olabilirse öğretmenliğe dönmeyi istiyorum. Bakalım…