1915'teki tehcirde Halep ve Konya valiliği yapan Mehmet Celal Bey, anılarında suçlunun Türkler olmadığını, Ermenileri bu hale getirenlerden Türklerin de davacı olması gerektiğini söylüyor.

1915 olaylarının yaşandığı dönemde Konya Valisi olan Mehmet Celal Bey’in 1918’de, Ermeni soykırımıyla ilgili Vakit gazetesine yazdığı yazı dizisinin son bölümü Radikal gazetesi tarafından yayımlandı.

Mehmet Celal Bey, tehciri memleket için zararlı addettiğini iştirak etmeyeceğini İstanbul ve Konya’da bulunan vilayet mebuslarına söylediğini dile getiriyor ve sonrasını şöyle anlatıyor: “Bu mebuslardan biri İstanbul’dan dönüşünde Merkezi Umumi azasından bir zatın selamıyla beraber ‘Bu işin Merkezi Umumiyece enine boyuna düşünülerek kararlaştırılmış olduğundan değiştirilmesinin mümkün olamayacağını ve Ermenilerin bu suretle sevki millî mefkûre icabaplarından olduğundan kendi kanaatimi feda etmekliğim lazım geleceği’ hakkındaki ifadesini tebliği etti ve kendi tarafından da ‘Bu noktada onların görüşlerine muhalefet edersem beni kaldıracaklarını ve Konya’nın benden mahrum kalacağını’ söyledi. Hangi millî mefkûre? Türkler ve Müslümanlar icra edilen bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyorlar. Fakat önlenmesine çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere millî mefkûre demek millet için en büyük bühtan ve hakarettir.”

Tabii bu tehditler benim görüşlerimi değiştiremedi. Kanaatim dairesinde harekete devam ettim. Dâhiliye Nezareti’nden, akrabalarından isimlerini hatırlayamadığım dört beş kişinin İzmir’e iadesi hakkında emir elde etmiş olan İzmir mebusu İhsan(?) Onnik Efendi’nin delaletiyle adı geçenin akrabasından olan ve olmayan Ermenilerden on beş yirmi biçare kurtarılarak İzmir’e gönderilmiş idi. Ancak bunların bir kısmı yolda Karahisar mutasarrıfı tarafından tevkif olunarak hakkımda İstanbul’a bir jurnal verildiğini Dâhiliye Nezareti’nin soruşturma telgrafından anladım.

Cevaben “İhsan Onnik Efendi’nin dayızadeleri iade edildiği halde mesela emmizadelerinin iadesinde mahzur tasavvur etmediğimden bu suretle hareket ettiğimi” yazdım. Bu yazışma dosyaları Dâhiliye Nezareti’nde, Konya Vilayeti’nde korunuyor olmak lazım gelir. Kocaları ve velileri askerde bulunan kimsesiz Ermeni ailelerinin şimendifer müstahdemleri ile çoluk çocuklarının, Ermeni Katoliklerinin tehcirden istisnalarına karar verilmişti.

Bu kararı mümkün olduğu kadar Ermenilerin lehine yorumladım. Bu da pek kolay olmadı. Mesela Konya şimendifer memurlarından Efkaryan Efendi’nin Ermeni Katolik milletine mensup olan hemşiresini Konya’ya getirtebilmek, Ankara Vilayeti’ne dört beş telgrafname göndermekle mümkün olabildi. Her vesileden istifade ederek diğer yerlerden gelen Ermenilerden yaklaşık otuz bin kadarı Konya’da bırakıldığı gibi, asıl Konyalı olanlar da yerlerinden çıkarılmadı. Fakat benim yerime gelenin görev yerine giderken Akşehir ve Ilgın’dan geçtiği sırada orada o mebusların tehciri için emir verdiğini ve binaenaleyh bunların da sevk edildiğini sonradan işittim.

İşte yerlerine iade edilmekte olduklarını gazetelerden okuduğumuz Ermeniler, benim Konya’da ve Faik Ali Bey’in Kütahya’da alıkoyabildiğimiz Ermenilerdir. Ve bunlar bırakılmış olsa idi zannederim bugün yerlerine iade edilecek Ermeni bulunamayacak idi.

Ermenilerin en hafif tabiriyle tehcirini gerekli bulanlar ve bu işe teşebbüsü millî mefkûre olarak adlandıranlar, benim kendileriyle işbirliği yapamayacağımı nihayet anladılar ve azlimi istediler. Ben de memuriyetime devamımın kabil olamayacağını anlamıştım. Azledilme kararıyla kaldırılmaklığım için vuku bulan müracaatlarım aynı zamana tesadüf etti ve Konya’dan ayrılarak İstanbul’a geldim.

Daha hareketim günü akşamı Konya’daki Ermenilerin sevkine memur olanlardan ikisinin İstanbul’daki Ermenilere “Babanız gitti, siz de gideceksiniz” dediklerini İstanbul’da haber aldım. Şu felaketin önünü alabilmek için İstanbul’da mümkün olabilen her şeyi yaptım. Herkese müracaat ettim. Hiçbir fayda sağlanamadı. Bilakis “sen kanaatini millî mefkûreye feda etmedin” diye terslendim.

MAKSAT İMHA İDİ

Biraz da şu kararı almaya ve uygulamaya selahiyattar olan kişileri sevk eden sebepleri araştıralım: Ermeni vatandaşlarımız da itiraf ederler ki harbin başlarında henüz hiçbir Ermeni’nin burnu kanamamış olduğu bir zamanda, Ermeniler çeteler teşkil ederek ordunun erzak kollarını vurmakta ve İslam köylerini yakıp yıkmakta idiler. (…) Bu açıdan bakılırsa pek çok günahsızlar bulunmakla beraber, Şark harp mıntıkasındaki Ermenilerin tehcirleri hakkındaki karar ve tehcirden dolayı, belki kendilerini müdafaa edebilirler. Ancak kararın her tarafa yayılmasından ve icra suretinden dolayı mesuliyetten kurtulamazlar.

Evet, birtakım Ermeniler düşmana yardım ettiler. Bazı Ermeni mebusları da çeteciliği mebusluğa tercih ederek birçok cinayetlerde bulundular. Hükümetin vazifesi, failleri yakalamak ve yalnız onları cezalandırmak ve bu suretle mümkün değil ise o havalideki Ermenileri düşmanca değil, dostça ve muvakkaten başka yerlerde iskân etmekti. Bir çeteci her şeyi yapabilir. Çünkü çetecidir. (…) Fakat teessüf olunur ki o zamanın hükümet ileri gelenleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler.

O zamanki hükümet erkânı, Rusların Sakarya vadisine taarruzda bulunacaklarını ve Ermenilerin kendilerine yardım edeceklerini tahkik ettiklerinden, ihtiyat olmak üzere tehciri Ankara, Konya ve Eskişehir’e kadar yaydıklarını söylüyorlardı. O zamanlarda Rusların yeni diretnotları henüz tamamlanmamış olduğundan Yavuz ve Midilli ile bir dereceye kadar Karadeniz’e hâkimdik. Bu şartlar altında Rusların Sakarya havzasına asker çıkarmaları mümkün değildi. Haydi bu ihtmali de kabul edelim. Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Bunlar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayet nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi?

Doğru, yanlış, vatanın selameti için Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılmaları lazım addedilmiş ise iş bu tarzda mı tatbik edilir? Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet bu biçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü? Düşündü ise soruyorum: Oralara ne kadar gıda maddesi gönderdi? Göçmenlerin iskânı için kaç ev yaptırdı? Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşik bir hayat süren bu kavmi, ağaçtan, sudan ve hü türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef meseleyi inkâr ve tevile imkân yok. Maksat imha idi ve imha edildiler. Gene gizlemesi ve saklaması mümkün değildir ki, bu kararı İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi’nin bazı önde gelen mensupları aldı ve o merkezi umuminin tabii azası olan hükümet tatbik etti. (…)

Rumeli’deki nüfus arasındaki farkı değiştirmek için Bulgarları, Rumları ve Sırpları mahva imkân yoktu. Onun için Basra’daki İslam muhacirleri getirmeye teşebbüs ettiler. Anadolu’da ise bu külfete olsun lüzum görmediler. Ermenilerin mahvını gerekli gördüler.

Bunu yalnız Merkezi Umumi değil, o zamanki hükümet de gerekli gördü. Böyle olmasa idi kıtale (öldürmeye) iştirak etmeyen kaymakamlar itlaf edilmez (öldürülmez), mutasarrıflar ve valiler azledildikleri halde icraata iştirak edenler terfi ettirilmezdi. Ve tehcir işleri İttihat ve Terakki mensuplarının nezaretleri altında cereyan etmezdi.

Şimdi, bence meselenin en mühim addolunan noktasına geliyorum. Şu hercümercden, şu kıtal ve cinayetlerden Müslümanlar ve bilhassa Türkler de mesul müdürler? Yoksa beri (temiz) midirler?

Osmanlı memleketlerinde yaşayan bütün kavimlerden daha ziyade mağdur, daha ziyade biçare ve zulme uğramış olan zavallı Türklerin alnı bir de vatandaş kanıyla lekelenecek mi? Yoksa Türkler bu cinayetlerden beri (beraat etmiş) mi sayılacak?!
Benim vicdani kanaatimce Müslümanlar ve Türkler, bu meselede tamamen berielzemmedir (suçsuzdur). İddiamı birkaç vaka ile aydınlatmak isterim.
Halep’te iken oraya tehcir edilen Ermenilere yerli Müslümanların yardım ettiklerini birçok defalar gözlerimle gördüm.

Bazı çiftlik sahipleri bana müracaat ederek kendi arazilerinde de Ermeni iskân etmekliğimi söylediler.
Gerek Halep’te ve gerek Konya’da ulema ve eşraftan birçok kişi Ermeniler hakkındaki muameleden dolayı, bana tekrar tekrar teşekkür ettiler ve onları himaye(nin) şer’an lazım olduğunu söylediler.

Gerek Halep’te, gerek Konya’da hiçbir Türk(ün), Ermenilerin mallarına tecavüz ettiğini görmedim ve işitmedim.
Görüştüğüm Türkler ve Müslümanlar arasında şu cinayetleri uygun gören, hatta bütün kuvvetiyle takbih etmeyen bir ferde rastlamadım.

Konya’dan dönüşümden sonra tanıdıklarımın cümlesi beni tebrik ettiler ve memuriyetten ayrılmamın memuriyete tayinimden daha şerefli olduğunu söylediler.

Zöhrap ve Varteks Efendiler Diyarbekir’e sevk edilmek üzere mahfuzen Halep’e gönderilmişlerdi. Kendileri için tayin olunan akıbeti hisseden bu iki zavallı pek üzüntülü idiler. İslamlardan birçok kişi bana ve o sırada Halep’te bulunan Cemal Paşa’ya müracaat ederek Zöhrap ve Varteks Efendilerin Halep’te kalması için iltimasta (kayırılmaları isteğinde) bulundular. Bu iki zat, dostlarımdandı. Kendilerini elimle ölüme gönderemezdim. Özellikle Zöhrap, kalp hastalığına yakalanmıştı. Halep’te kalmaları için İstanbul’a yazdım. Cevap alamadım. Mamafih ben Halep’te kaldığım müddetçe kendilerini göndermeyeceğimi vaat ettim ve vaadimi yerine getirdim. Varteks ve Zöhrap efendiler, benim ayrılmamdan bir gün sonra sevk edildiler.

Bu iki zavallı o zamanki hükümet ileri gelenlerinin en samimi dostlarından idiler. Varteks’i sık sık evinde ziyaret ederler, dostça ve ahbapça görüşürlerdi. Ve hatta boynuna sarılıp öperler idi.
Zöhrap ise Otuz Bir Mart Vakası’nda rahatını ve belki hayatını tehlikeye koyarak İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden ve kendilerinin sürüldüğü zaman kabine azasından olan bir zatı hanesinde saklamıştı. Mamafih bunlar da ölüme sevk edildiler ve öldüler!..

Tahminime göre en az dört yüz bin Ermeni öldü. Bu kadar kanı akmış bir milletin feryat ve şikâyete hakkı vardır. Bu hakka kimse itiraz edemez. Fakat yalnız Ermeni ölmedi. İki milyondan ziyade Türk ve Arap da telef oldu. Türkler ve Araplar da Ermeniler kadar mağdur ve biçaredirler. Onların da şikâyet ve feryada hakları vardır. Ben Osmanlı memleketlerinin bugünkü halini Erzurum vilayetinin yukarıda tasvir ettiğim haline benzetiyorum. Yani bütün memlekette iki sınıf halk var. Biri başkalarının hukukuna tecavüzle menfaat temin eden mütegallibe, diğeri bu mütegallibenin şu tecavüzleriyle ezilmiş olan Türkler, Araplar, Ermeniler.

Hepimiz mağduru felaketi bir!... Vatandan ayrılarak yollarda ölen veya öldürülen Ermenilerle Elcezire ve Suriye çöllerinde, Erzurum galesiyelerinde (dağlarında?) açlıktan, hastalıktan, soğuktan, sıcaktan telef olan veya telef edilen Türklerin ve Lübnan’da, Suriye’de açlıktan sokaklarda inleye inleye hayatını teslim eden Arapların ve Cemal Paşa’nın kanunu adaleti gereğince ipe çekilen ve sürgünlerde sefalet içinde sönüp giden zavallıların mukadderatı müşterektir. Ve bunları bu hale getiren meş’um (uğursuz) kuvvet aynı kuvvettir. Binaenaleyh Türkler de Araplar da Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz. Birbirimize kusur bulmaktan ise el ele verip medeniyet dünyasında adalete el uzatmak (adalet istemek) ve asırlardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu hale getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.