Gazeteci Fehim Taştekin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Körfez ülkelerine yaptığı ziyareti değerlendirdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’de güvenli bölge açıklamalarını değerlendiren Taştekin, “Erdoğan’ın, Astana’da Ruslar ve İranlılarla iş birliğine gölge düşürecek şekilde son altı yılın fabrika ayarlarına geri dönmesi, ABD Başkanı Donald Trump ile ortaklık ihtimalinin güçlenmesiyle paralel gelişti. Erdoğan elbette bu öneriyi ilk kez dillendiriyor değil. Fakat Halep’teki tahliye operasyonuyla farklı bir boyut kazanan Rusya-Türkiye ortaklığı bu söylemde gerilemeye neden olmuştu. Erdoğan “stratejik” derinliğini kestiremediğimiz eski söyleme, CIA Başkanı Mike Pompeo’nun Ankara temaslarından sonra dönüş yaptı” dedi.

Erdoğan'ın Eğit- Donat planı ve Milli Ordu hedeflerini değerlendiren Taştekin, "Erdoğan’ın çözüm olarak gösterdiği Eğit-Donat Programı defalarca denenmiş ve her seferinde iflas etmiş bir yol. Etkili ve güvenilir bir gücün oluşturulmasının önündeki engellerin ötesinde Rus faktörü gibi başka fiili dayatmalar da var. Fırat Kalkanı Rusya’ya rağmen başlamadığına göre Erdoğan’ın milli ordu ve tampon bölge planlarına Rus lider Vladimir Putin’in de söyleyecekleri olacaktır. Körfez’den ekonomik beklentileri olan Erdoğan bakalım dönüşte Putin’e neler anlatacak." ifadelerini kullandı.

Fehim Taştekin’in Al Monitör’de yayınlanan, “Erdoğan’ın vadettiği ordu milli mi hayalet mi?” başlıklı yazısı şöyle:

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ruslarla temaslarında Suriye’nin toprak bütünlüğü ve barışçı iç çözüme vurgu yapıyor; Amerikalılarla görüştüğünde ise sahada tampon bölge oluşturmayı da içeren Türk-Amerikan ortaklığını öne çıkarıyor; yüzünü Körfez’e döndüğünde de Tahran ve Şam’a vuruyor. İçinde ‘dönmek’ gibi bir istikrar unsurunu barındıran oryantal tadında bir Suriye siyaseti!

Erdoğan Bahreyn, Suudi Arabistan ve Katar’ı kapsayan Körfez turunda, Rusya ve İran’la birlikte yürütülen Astana sürecinin ruhuna tezat bir şekilde Suriye’de hedef büyüttü. Erdoğan’a göre Fırat Kalkanı Harekâtı, El Bab’da İslam Devleti’ni (İD) temizledikten sonra yola devam edecek. Yeni hedef Menbic ve Rakka. Üç aşamalı bir hedef: Birincisi terörden arındırılmış güvenli bölge oluşturulacak. Terörden arındırılmış bölgenin uçuşa yasak bölge olması lazım. İkincisi buralara Araplar ve Türkmenler yerleştirilecek. Üçüncüsü Eğit-Donat Programı’yla milli bir ordu kurulup buralara konuşlandırılacak.

Bunun ekonomik boyutu da var. En az 4-5 bin kilometrekarelik bir alanı güvenli bölge haline getirdikten sonra Türkiye buralarda konut inşasına başlayacak. Mülteciler bu konutlara yerleştirilecek.

Erdoğan’ın konuşmasından iki gün önce Hükümet Sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş “El Bab’la birlikte Fırat Kalkanı biter, hedeflere ulaşmış oluruz. Rakka başka mesele. Türkiye sınırlarını tehdit eden bir şey değil” demişti.

Erdoğan’ın, Astana’da Ruslar ve İranlılarla iş birliğine gölge düşürecek şekilde son altı yılın fabrika ayarlarına geri dönmesi, ABD Başkanı Donald Trump ile ortaklık ihtimalinin güçlenmesiyle paralel gelişti. Erdoğan elbette bu öneriyi ilk kez dillendiriyor değil. Fakat Halep’teki tahliye operasyonuyla farklı bir boyut kazanan Rusya-Türkiye ortaklığı bu söylemde gerilemeye neden olmuştu. Erdoğan “stratejik” derinliğini kestiremediğimiz eski söyleme, CIA Başkanı Mike Pompeo’nun Ankara temaslarından sonra dönüş yaptı. Cumhurbaşkanı milli ordu ve güvenli bölge önerisini bundan önce, geçen aralıkta dillendirmişti: “Biz yıllardır Suriye’nin ülkemiz sınırları boyunca bir alanı uçuşa yasak alan ilan ederek güvenli bölge oluşturalım diyoruz. Azami 5 bin kilometrekarelik bir alan ilan edilsin. Ve burada uçuşa yasak bölge ilan etmek suretiyle bir de bu bölgede bir milli ordu oluşturalım diyoruz. Bu milli ordu ılımlı muhaliflerden oluşacak… (Rejim) Halep’i sıkıştırarak, Halep halkını Gaziantep’e doğru sürmek; plan bu. Onun için biz bu plana müsaade etmeyeceğiz.”

Erdoğan güvenli bölge savına meşruiyet kazandırmak için uzun süre Halep’ten gelecek olası mülteci akınına dair senaryoyu kullanmıştı. Ne var ki, Doğu Halep’ten çıkarılan siviller Erdoğan’ın bir korku unsuru olarak dillendirdiği gibi Türkiye’ye gelmedi. Gaziantep ya da Kilis’e değil fakat Türkiye’nin aracılığıyla İdlib’e gelenler ise silahlı gruplar ve aileleriydi.

Tampon bölge için göçmen dalgasına dayalı gerekçeler geçerliliğini yitirdi. Hatta Suriye’den Türkiye’ye değil Türkiye’den Suriye’ye göçe dair yeni işaretler var. Gazeteci Mehmet Bedri Gültekin Halep’in ordunun kontrolüne geçmesinin ardından Gaziantep’ten Halep’e gidenler olduğuna dair bazı bilgileri paylaştı: “Şahinbey ilçesinde Sakarya Mahallesi, Karaçomakbaba Sokak, 51 numaralı evde ikamet eden toplam 22 nüfuslu üç aile geçen hafta Halep’e geri döndü. Sedefçiler karşısında şu anda işçi olarak çalışan üç Suriyeli de ailelerini 10 gün kadar önce Halep’e yolladılar. Gaziantep’te konuştuğunuz hemen herkesten benzer haberler dinliyorsunuz.”

Al-Monitor’a konuşan yerel kaynaklar da kitlesel bir dönüş olmamakla birlikte ordunun Halep’te kontrolü sağlamasının ardından Suriye’ye dönen aileler olduğunu teyit etti.

Ancak, göçmen kozu bir yana Erdoğan’ın söylemlerinin arkasındaki temel motivasyonda fazla bir değişiklik olduğu söylenemez:

Rojava’nın savunma gücü YPG’yi Fırat’ın batısından tamamen uzaklaştırmak ve nihayetinde kanton sistemiyle kurulan özerk yapılanmaları çökertmek. Bunun için önce ABD ile Kürtler arasındaki ittifakın çökmesi gerekiyor.

TSK’nin sahadaki varlığını bir koza dönüştürüp Ankara’nın razı gelebileceği bir siyasi çözüm hasıl oluncaya dek Suriye ordusunun sınırlara yaklaşmasını önlemek.

“Teröristleri geldikleri yer olan Türkiye'ye sürmek zorundayız” diyen Esad’ın bunu yapmasını önlemek.

Sonuncusu ise Türkiye’nin güvenliğini yakından ilgilendirdiği için çok daha önemli. Erdoğan sınırlara yığılan ve çift yönlü kullanıma açık olan savaşçı potansiyelini kendi haline bırakmak niyetinde değil. Erdoğan, Fırat Kalkanı ile Azez-El Bab arasında açılan alana yerleştirmek istediği ‘milli ordu’ için bu potansiyeli kullanmayı umuyor. Türkiye’nin ağustos 2016’dan bu yana Fırat Kalkanı ile edindiği bir tecrübe oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Suriye yönetimine karşı savaşan gruplardan bir kısmını yedeğine alarak Cerablus’tan El Bab’a kadar götürdü. Fakat bu potansiyelin ‘milli ordu’ya dönüştürülmesi çok iddialı bir plan.

Fırat Kalkanı’na katılanlar arasında Sultan Murad Tugayı, Fatih Sultan Mehmet Tugayı, Sultan Melikşah Tugayı, Süleyman Şah Tugayı, Şam Cephesi, Hamza Tugayı, Semerkand Tugayı, Mu’tasım Billah, Festakım Kema Ümirte, Kuzey Şahinleri, Ahrar El Şarkiyye gibi örgütlerin adı geçiyor. Bu yapıda Türkmenler ağırlıklı.

Fırat Kalkanı’na katılan gruplar, uzun bir liste oluştursa da şimdiye kadar TSK’nin hem ateş gücü hem de sevk ve idaresi olmadan sahada ilerleyebilecekleri ya da belirli bir bölgeyi ellerinde tutabileceklerine dair bir izlenim veremediler. Bu örgütlerin, TSK’nin emrine ne kadar savaşçı verdiği de belli değil. Henüz Fırat Kalkanı Harekatı start almadan önce TSK sınırdan obüs toplarıyla destek vermek suretiyle bu örgütleri Cerablus ve El Rai taraflarına birkaç kez sürmüştü. Bu gruplar her seferinde hezimete uğrayıp çekilmişlerdi. Bu tecrübeler TSK olmadan sahada hakimiyet kurmalarının kolay olmayacağını gösterdi. Elbette sahadaki başarılar, Fırat Kalkanı’nın milis ayağını bir yerden sonra cazip hale getirmiş olabilir. Nitekim, Türkiye’den lojistik ve cephane desteği gören örgütlerin bir kısmı Ankara’nın planlarında açık pozisyon aldı. Mesela, sahanın motor güçlerinden Ahraru’ş Şam, Fırat Kalkanı’na katılacağını ilan etti. Meselenin şeffaf olmayan boyutu, hangi örgütün ne kadarlık bir güçle Fırat Kalkanı’na katıldığı. Bu konuda güvenilir hiçbir veri yok. Bu durum, dağınık ve umutsuz milislerden devşirilen bir gücün kapasitesinin şişirildiği izlenimini yaratıyor. Ahraru’ş Şam’ın liderliğinde çatışmaya giren Şam Fethi Cephesi’nin (Nusra Cephesi) öncülüğünde oluşan Tahriru’ş Şam Heyeti, İslamcılar arasında yeni çekim merkezi haline geldi. Bu durum, Erdoğan’ın gözünü diktiği potansiyeli eritmeye devam ediyor. Ayrıca Ahrar cephesinde de Fırat Kalkanı’na katılımın kendi asıl davalarına zarar vereceğini düşünen çok taraf var. Yani Türkiye destekli olmaları bu grupların otomatik olarak Erdoğan’ın askeri olacakları anlamına gelmiyor.

El Bab’da operasyonlar sırasında çekilip servis edilen tanıtım videolarına bakıldığında da etkili bir gücün oluştuğuna dair bir izlenim edinmek mümkün görünmüyor. Bu gruplar, belli belirsiz noktalara gelişigüzel ateş açan, disiplinden yoksun, eğitimsiz, deneyimsiz, basit söylem ve sloganlar kullanan ‘devşirilmiş güç’ görüntüsü veriyor. Ortada ciddi bir kapasite sorunu olduğu için TSK, El Bab’da strateji değişikliğine gitmek zorunda kaldı. TSK ateş desteği, zırhlı birlikler ve hava operasyonlarıyla yetinmeyip elit komando birliklerini devreye soktu. Bu birlikler doğrudan İD unsurlarıyla çatışıyor.

Türkiye diğer taraftan kurtarılmış bölgeler için polis birlikleri eğitiyor. Bunlar, henüz ‘Suriye Milli Polis Teşkilatı’ diye adlandırılabilecek bir seviyede değil. Mersin’de eğitilen ilk 434 kişilik polis grubu Cerablus ve El Rai’de görevlendirildi. “Yaşasın Erdoğan” ve “Yaşasın Türkiye” sloganlarıyla dikkat çeken polis birliklerinin gönderildiği yerlerde bulunan milis güçleri de El Bab cephesine kaydırıldı.

Bütün bu şişirilmiş planlar bir ‘Potemkin Köyü’ izlenimi veriyor. Erdoğan’ın çözüm olarak gösterdiği Eğit-Donat Programı defalarca denenmiş ve her seferinde iflas etmiş bir yol. Etkili ve güvenilir bir gücün oluşturulmasının önündeki engellerin ötesinde Rus faktörü gibi başka fiili dayatmalar da var. Fırat Kalkanı Rusya’ya rağmen başlamadığına göre Erdoğan’ın milli ordu ve tampon bölge planlarına Rus lider Vladimir Putin’in de söyleyecekleri olacaktır. Körfez’den ekonomik beklentileri olan Erdoğan bakalım dönüşte Putin’e neler anlatacak.