Dersim katliamı yıllar sonra devlet erkanı tarafından dile geldi… CHP milletvekili Hüseyin Aygün’ün açıklamalarının ardından tartışılmaya başlanan Dersim 38 haftalardır meclisin de gündeminde. Başbakan Erdoğan Dersim’le ilgili belgeler açıkladı ve devlet adına özür diledi… Şimdilerde ise bu özür tartışılıyor: Yeter mi yetmez mi? Oysa Türkiye bir katliamlar ülkesi; kuşkusuz en acısı 1937-38... 13 bin kişinin ölümünden söz ediyoruz, yaşlı genç, bebek çocuk binlerce kişi, binlerce Alevi... Bugün Türkiye Dersim'i dile getirerek tarihle yüzleşme çabası içinde... Bu yüzleşmeye Zini Gediği'ni de ekleyelim çünkü Zini katliamı da aynı tarihlerde yaşanmış…

 

1938'de Munzur'un eteklerinde, Zini Gediği'nde 100'e yakın Alevinin Kurşuna dizildiğini Fransa’da yaşayan Erdal Kılıçkaya’nın belgeselinde izledik ilk kez. Kılıçkaya sürgün edildiği topraklarına yıllar sonra döndüğünde çocukluğunda dinlediği ve bir türlü aklından çıkartamadığı Zini Gediği katliamını araştırmış ve Zini’de yüzlerce kişinin kemiklerini bulmuştu. Katliamda yaşamını yitirenlerin yakınlarıyla konuşarak Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesine vesile olmuştu.

 

"Dağda devrilen kamyona yardım edeceksiniz" diye evinden, tarlasından, okulundan alınan Kılıçkaya'dan (eski adı Surbahan) 16, Galolardan 2, Magaçur, Brastik, Balibey, Kismikör köylerinden toplanan 100’e yakın kişiyi, bir ahırda toplayıp, ardından Ağbaba Dağı'nın dibinde Zini Gediği çukurunda kurşuna dizerek öldürürler. 100 kişi makinalı tüfeklerle taranarak katledilir. Molladiler köyü ateşe verilir. Kaçarak canını kurtaran 8-10 hane askere teslim olmak ister. Ellerinde beyaz bayraklarla askere doğru ilerleyen erkeklerin üzerine ateş edilir ve hepsi katledilir…"

 

Böyle anlatıyor Erdal Kılıçkaya tanıklıklardan dinlediği Zini Gediği katliamını…  

 

Kılıçkaya'yla bir araya geldik, çektiği belgeseli ve Dersim 38'i konuştuk...

 

GÜLŞEN İŞERİ

 

-Geçmişi konuşmaya başladık, Dersim katliamında yaşanılanlar gün yüzüne çıkmaya başladı… Siz Erzincan’nın köylerinden Zini Gediği’ne getirilerek katledilen insanların hikayesini belgesele dönüştürdünüz, bir yanıyla da kendi yüzleşmenizi yaşadınız… Yola çıkışınızı anlatır mısınız?

Erzincan'ın Kılıçkaya köyündenim. Çocukluğumdan beri Babam'dan, akrabalarımdan çekingen de olsa hep 38'de Zini Gediği'nde kurşuna dizilerek katledilenlerin hikayesini dinlerdim. Çok açık seçik anlatmazlardı. Acaba bizlerin de başına bir şey gelir mi diye korumacı davranıyorlardı sanırım. Bir de korkunç acılar yaşamış insanlar, bu acıları dillendirmek hem psikolojik olarak, hem de baskılardan çok da kolay olmamış. Biraz da biz bu olayları analarımızın göz yaşlarından, yaktıkları ağıtlardan öğrendik.

 

2010'un Ağustos ayında Kılıçkaya'dan Babasını ve 2 Amcasını Zini Gedigi'nde kaybeden Haydar Gökdemir, Cansa Düzgünkaya, Abbas Kılıçkaya, Hüseyin Fırat'la söyleşi yaptım. Ardından bu görüşmelere Polat Akdağ, Nevzat Gökdemir de katıldı. Anlatılanlar tek kelime ile korkunçtu. Munzur’un eteklerindeki Zini Gediği'nde babalarının, dedelerinin kemiklerinin başında 73 yıldır ağlayan, onların bir mezar yerlerinin dahi olmamasından dolayı kahırlanan insanların acısına bire bir tanıklık ettik. Onlarla ağladık, onlarla yasal süreci başlatma kararı aldık. Ama en zoru 73 yıldır Zini'de kefensiz ve taşsız yatan 100'e yakın insanın akrabalarının daha ne kadar bu acı ile yaşayacaklarını bilmemeleri. 2 yıl önce görüştüğümüz Abbas Kılıçkaya vefat etti. Hüseyin Fırat felç oldu ve artık konuşamıyor. Bu insanların babalarının, dedelerinin mezar yerlerinin saptanması gibi son derece insani bir talebin hayat bulmadan bu dünyadan göçmeleri çok acı. Onların çocuklarına bu yükü devretmek ise, daha da acı.

 

Evet, biz bu insanların acıları ile yüzleşmeleri ve yüzleştirmeleri için bu yola düştük. Artık kilimlerimizin altındaki kemiklerle yaşamak istemiyoruz. Dedelerimizin mezar yerlerini istiyoruz. Ama malesef, bu son derece insani talebe, Erzincan Cumhuriyet Savcısı’nın itirazı oldu. Kayıp yakınlarının kemiklerinin yerlerinin tesbit edilmesi ve DNA testlerinin yapılarak kemiklerin kendilerine teslim edilmesine onay vermedi.

 

--Geçmişte yapılan pek çok katliam konuşuldu ama Zini Gediği katliamından söz edilmedi hiç, neden?

Zini Gediği katliamını hiç kimse bilmiyordu. Erzincan Merkez Belediyesinin hep MHP ve AKP'li, yani sağ olması nedeni ile, bölge insanı sürekli kendini baskı altında hissetti. Bu tür acıları çok kolay paylaşamadı. 80 öncesinde bölgede devrimci hareketler faaldi. Ama onlar da babalarının, dedelerinin acılarına merhem olmayı başaramadı. Onların önceliği, sevdaları Türkiye'de devrim yapmaktı. Zini Gediği'nde ortalıkta dolaşan kemiklerle devrimden sonra ilgilenecektik.

 

Sağ hükümetlerin ve o dönemin CHP'sinin öncelik konuları bunlar değildi. "Babamın, dedemin mezar yeri yok" diyeni kimse dinlemiyordu. Bugünkü konjöktür bu tür seyleri konuşmaya daha uygun. Çağımız tarih ile yüzleşme çağıdır. Dolayısı ile geç de olsa Zini Gediği ile yüzleşme zamanı gelmiştir.

 

-İlk olarak Alevilerin Sesi Dergisi'nin 144. sayısında Zini Gediği olayını ortaya çıkarttınız… Darbeyle terk etmek zorunda kaldığınız topraklarınıza yıllar sonra dönüp bu olayın sözlü tarih çalışmasıyla, 73 yıl sonra konuşulmasını sağladınız. Neyin hesaplaşmasıydı bu?

 

12 Eylül hepimizin hayatında onarılması güç hasarlara yol açtı. 1980'de 18 Eylül’de Erzincanı terk etmek zorunda kalmıştık. Zorunlu göç halleri insanlardan birçok şeyi de beraberinde götürüyor. Biz Erzincan'dan ayrıldıktan sonra İstanbul'a yerleştik. Ardından eğitimimi devam ettirmek üzere İngiltere'ye gittim. Oradan Fransa'ya geçtim. Ve 30 yıllık bu zorunlu göç hallerinden sonra Erzincan'a döndüğümde çocukluğum, akrabalarım, 29 yaşında kaybettiğimiz abim, yaşanmış tatlı ve acı onlarca anı omuzlarınızda sizinle geliyor.

 

Bir yerden göç ettiğinizde, heybenizde hep terk ettiğiniz yerlerin izlerini taşıyorsunuz. Bunların içerisinde Analarımızın ağıtları ve gözyaşları var ise, o zaman bu yük daha da ağırlaşıyor. Ve kaçınılmaz olarak bir hesaplaşma, yüzleşme evresi başlıyor. Zini Gediği kayıp yakınları ile görüşmelerde bu yüzleşmenin bir ayağı idi. Babasının, dedesinin, akrabalarının Zini'deki kemiklerini bizlere gösteren 90'lı yaşlardaki insanlarda da acılarını paylaşmanın huzurunu görüyorduk. Keşke bu yüzleşmeyi 73 yıl sonra değil de, daha önceleri yapabilseydik. Ama hiç olmamasından daha iyidir.

 

- Üzerinden 73 yıl geçti… Yüz kişinin kemikleri yeni ortaya çıkarken, burada izini sürdüğünüz geçmiş, acılar, sürgünler, Türkiye tarihinde ve resmi ideolojide de bir çatlak oluşturdu mu ? Türkiye, yüzleşme konusunda sınıfta kalan bir ülke…

Tarihin kanlı sayfalarını açmak yürek ister, politik irade ister. Yahudilere karşı Hitler’in uyguladığı soykırım politikası ile yüzleşen Almanya, Aborjinlere yapılanlardan dolayı özür dileyen Avusturalya, Kızılderili kıyımından dolayı Kanada, Musevilere yönelik pilitikalardan dolayı İspanya tarihleri ile yüzleştiler. Bu devletler küçülmediler, tam tersine medeni ülkeler arasında ki saygınlıklarını artırdılar.

 

Dolayısı ile Türkiye'nin de geçmişi ile yüzleşmesi gerekmektedir. Türkiye bu yüzleşmeyi gerçekleştirebilirse, uluslararası arenada saygın bir konuma gelir. Bu hesaplaşmayı, tarihi ile yüzleşmeyi yaparken, konuyu hiçbir politik çıkara alet etmemesi çok önemli. Bunu Zini'de kefensiz ve taşsız yatan insanların akrabalarının acılarını paylaşmak ve hafifletmek adına yapmalıdır. Ancak böyle medeni ülke olunabiliyor.

 

-Sözlü tarih çalışması zor bir süreç. Hem o insanlara acılarını hatırlatmak hem de onların anlattıkları tarihle yüzleşmek… Bu yüzleşmenin Türkiye tarihi açısından önemi ne?

Bölgede hangi taşı kaldırsanız altından insan kemiği çıkıyor. Ağıtları duymak istemeseniz de, yaşanan acıları görmeye içiniz elvermese de, gerçekler sizi yüzyıllar sonra da olsa takip ediyor. Ülkenin üzerindeki kambura dönüşüyor.

 

Oysa bu acılarla yüzleşerek tarihimizle barışabiliriz. Acıyı bal eyleyen yöre insanına devlet dostluk elini uzatarak, 73 yıl sonra da olsa "senin acın benim acım" diyebilir. Türkiye bunu yapabilir ise bir daha böyle acıların yaşanmamasını sağlar.

 

Bakın biz Dersimle hesaplaşıp, yüzleşemediğimiz için Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı, Gazi’yi yaşadık. Demek ki acıların üzerini örterek hiçbir şeyi halletmiyorsunuz. Tam tersine yeni katliamlara ön hazırlık yapmış oluyorsunuz.

 

Bir daha aynı acıların yaşanmaması, Türkiye halkları kendi aralarında yeniden müsahipliklerini ilan edebilmeleri için bu yüzleşmelerin olması gerekiyor.

 

-Çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın yük vagonlarına dolduruldular, bilinmeyen yere doğru sürgüne gönderildiler… Bize hukuki boyutunu da anlatabilir misiniz? Savcı Mehmet Can Mıhçı’nın da sözü geçiyor…

73 yıl sonra Zini Gediği kayıp yakınları ilk kez bir anma etkinliği yaptılar. Mumlar yakıp, gülbenkler okudular. Orada 2 önemli karar aldılar. Birincisi; bundan sonra geleneksel olarak her 8 Ağustos'ta Zini Gediği'nde katledilen 100'e yakın insanı anmak. İkincisi; kurşuna dizildikten sonra kurda kuşa yem olsun diye, güneşin, yağmurun altında bırakılan cesetlere ait kemiklerle ilgili yasal sürecin başlaması.

 

O günden sonra Zini Gediği kayıp yakınları avukatları aracılığı ile Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan bölgenin incelenmesini ve bir mezar olup olmadığının araştırılmasını, var ise naaşlar üzerinde DNA tetkiki yapılarak ailelere naaşının teslimini istediler. Bölgede inceleme yaptırması beklenen Savcı Zini Gediği'ne gitmeyi reddedip, görevini yapmadı. Savcı Mehmet Can Mıhçı, yalnızca 19 gün sonra, 28 Eylül’de takipsizlik kararı vererek köylüleri hayal kırıklığına uğrattı.

 

Savcı Mıhçı; kurban yakınlarının talebi mezarın açılması yönünde olmasına rağmen bu isteğe değinmeksizin, “1938 yılındaki olayların asayiş sorununa ilişkin olduğunu, üçüncü kuşağın anlatımı kapsamında kalan soyut beyanlar olduğunu” savunuyordu. Dönemin yasalarında ‘soykırım’ suçu bulunmadığını, zaten bir kasıttan bahsedilemeyeceğini, bahsedilse bile zamanaşımının söz konusu olduğunu belirterek, takipsizlik kararı verdi.

 

Oysa kayıp yakınları Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığına verdikleri dilekçede şüphelilerin yargılanması değil, mezar yeri olup olmadığının saptanmasını istediler. Savcı bu talebe ilişkin bir değerlendirme yapmadan takipsizlik kararı verdi. Üst mahkemeye başvurduk oradan da ret cevabı geldi.

 

-Bundan sonra ne olacak?

Zini Gediği kayıp yakınları, Türkiye'deki yargı sürecinden herhangi bir sonuç alınamazsa, konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıyacaklar. İlk başvuruya red cevabı gelmesinden dolayı bu süreç önlerinde açılmış oluyor. Dolayısı ile Polat Akdağ'ın babasının ve Seyfi Kılıçkaya'nın dedesinin kemiklerinin kendilerine verilmesi talebi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürülecektir.

 

Ayrıca yaklaşık 20'ye yakın Zini Gediği kayıp yakını yeniden Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurup kemiklerin kayıt altına alınarak, DNA teslerinin yapılarak kendilerine teslim edilmesi talebinde bulunacaklar. Umuyoruz ilkinde olduğu gibi, bu kez de savcıdan ret yanıtını almayız.

 

- Babasını, 2 amcasını Zini Gediği'nde kaybeden, yetmiyormuş gibi 1977'de oğlu 4 faşist tarafından katledilen Haydar Gökdemir'i biraz bize anlatır mısınız? Ya da bizimle paylaşmak istediğiniz farklı hikayeler, tanıklığınız?

Haydar Gökdemir yiğit bir çınar. Birçoğunun korktuğu, “başımıza gene bir şey mi gelir acaba” sorularını sorduğu günlerde bizimle acısını paylaştı. Babasının ve 2 amcasının kemiklerinin ortalıkta dolaşmasının, mezar yerlerinin olmamasının kızgınlığını dillendirdi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de 77'de 4 faşist tarafından katledilen oğlu Ayhan'ın acısını içine gömdü. Haklı olarak “Bütün bunların hesabını bana kim verecek” diye soruyor Haydar Amca.

 

Polat Akdağ 40 günlükken babası Zini Gediği'nde öldürülüyor. Annesi ve kardeşleri ile birlikte Susurluğa sürgüne gönderiliyor. Orada da 2 erkek kardeşini kaybediyor. Polat Beyin Annesi Sümbül Hanım oğluna şu vasiyeti yapıyor: “Ben öldüğümde mezar taşı istemiyorum. O ki kocamın mezar yeri belli değil, bu kadar acı yaşadık. Babanın mezar yeri belli olmayana kadar ben de mezar taşı istemiyorum” Şimdi Polat Akdağ ; “Hem annemin hem de babamın mezarları yok. Zini'de ki kemikler DNA testi ile tesbit edilip bana teslim edilir ise ben de evlatlık görevimi yapmış olur, onlara bir mezar yeri yaparım. Mezarlarını ziyaret edip, mum yakıp gülbenk okurum” diyor.

 

Kılıçkaya köyünden Ali Kılıçkaya Ruslara karşı savaşırken yaralanıp köyüne dönüyor. Onu da, yani bu ülke için savaşan Gaziyi de Zini'de kurşuna diziyorlar.

 

Zini Gediği'nde katledilen Kismi köylü Nuri'nin 13 yaşındaki oğlu Seyit, sürgün için bindirildiği tren yolculuğu sırasında kan kusar ve ölür. Cenazesi Afyon Karahisar'da trenden indirilir ve orada bırakılır.

 

Gene Polat Akdağ'ı sürgün dönüşü, tren istasyonunda annesinden almak isterler. Annesinin direnci sayesinde çocuğu anneden ayıramazlar.

 

Böyle yüzlerce acı olayı bu insanlar bugüne kadar yüreklerinde taşımışlar. Şimdi bunları birilerinin dinlemesini ve empati yapmalarını bekliyorlar. Maalesef Savcı Mehmet Can Mıhçı gibiler bu insanların yaralarına merhem olmak yerine onlara kapıları kapatıyorlar.

 

"HALILARIMIZIN ALTINDAKİ ÖLÜLERİMİZİ ÇIKARTMAK İSTİYORUZ"

 

-Gelelim bugünün güncel konularına… Dersim katliamı bugünlerde dillerden düşmüyor… Siz de tüm bu yaşanılanlar için devletten özür beklediğinizi dile getirmiştiniz. Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan Dersim katliamı için devlet adına özür dilediğini ifade etti… Bu özrün samimiyeti var mı sizce?

Bu özürde samimi olup olmadıklarını Zini Gediği ile ilgili atılacak somut adımlardan göreceğiz. Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığına yapılan başvuruya verilen ilk ret cevabından sonra, ikinci başvurular yapılacak. Buradan Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Adalet Bakanlarına sesleniyorum. Zini Gediği Katliamı yakınlarının acılarını biraz da olsa hafifletmek için; kemiklerin DNA testlerini yaparak yakınlarına teslim edin.

 

-Belgeler açıklanıyor, binlerce kişinin ölümünden söz ediliyor ancak somut bir adım da atılmıyor. Bu acıların siyasi ortamda yeniden tartışılması, Türkiye’nin yüzleştiğini gösteriyor mu? Neler yapılmalı?

Bu tür acıların siyasi hırslara malzeme edilmesi, kayıp yakınlarının acısını hafifletmiyor. Tam tersine yaralarının üzerine tuz dökülmüş oluyor. Bu ülkedeki Müslümanlar, demokratlar, memurlar, köylüler... komşularının ve ülkelerinin hakikatlerinden bihaber yaşamaya devam edemezler. Bu tür sorunlar karşısında üç maymunu oynamak demek, bu tür acıların yeniden yaşanmasına onay vermek demektir. Bundan sonra "Zini Gediği" ve benzeri ölümlere su taşıyan herkesin mesuliyeti vardır.

 

Ölüler bizim olabilir. Ama hadise Türkiye Cumhuriyeti amblemli antetli kağıtlar ile sevk ve idare ediliyor. O zaman Türkiye Cumhuriyeti yurttaş ve vatandaşlarına da sorumluluklar düşüyor. Bu tür sorunlar sadece Alevilerin sorunu değildir.

 

Şeffaf ve demokratik bir yönetim isteyen, uman ya da hayal eden herkesin artık safını belirlemesi gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti pasaportu, nüfus kağıdı vs taşıyan herkesin bu tür hadiseleri bilme hakkı vardır. Bu hakkı kullanması için ona yardımcı olmak da bizlerin demokrat yurttaşlık görevimizdir.

 

Bir daha bu tür acıların yaşanmaması için, halılarımızın altındaki ölülerimizi çıkarıp, inancımızın gerektirdiği ritüellerle kemikleri toprakla buluşturmalıyız. Bunun için mücadele etmek herkesin boynunun borcudur. Devletin de bu konuda somut adım atma zamanı gelmiştir.


Zini Gediği ile ilgili sözlü tarih çalışması aşağıdaki videolardan izlenebilir: