O, 17'sinde tanıştığı cezaevini anlatırken ben mavi gömleğimi kapatıyordum hırkamla, çocukları göğün renginden soğutanların utancıyla...

 

Pozantı Cezaevi’ndeki tutuklu çocukları iki harf bir noktadan ibaret kılıp tartışmaya devam ederken, “Anne yemeği girmeyen yere tecavüzcüler nasıl giriyor?” diye soruyordu Yunus Şalış Radikal’e gönderdiği yazısında. Ara sıra ekonomi yazsa da, ilk defa böyle bir yazı yazmıştı. Çünkü “Bir yerden sonra patlıyordu insan”. Çünkü “Sustuğun zaman suçun ortağı gibi hissediyordun”. Çünkü ve de en önemlisi, “Tanıdık bir yaraydı”. Ve artık “Demokratikleştiğini iddia eden, geçmişiyle yüzleşmeye çalışan, 90’lara daha nazaran hassas Türkiye’de cezaevleri, Guantanamo’yu aratmıyordu”.

 

1999’da Abdullah Öcalan tutuklanıp Türkiye’ye getirildiğinde sokağa çıkan binlercesinden biri olarak 17 yaşında, lise son sınıfta artık Y.Ş.’ydi Yunus. Devletin ilk F tipi tecrübesini test edeceklerden biri olarak, Kartal F Tipi’ndeydi. Ailesi 60’lı yıllarda Siirt’ten İstanbul’a göç etmiş, Yunus İstanbul’da doğmuş, evini Kürt bir aileye sattığı için mahallelinin ev sahibine küstüğü, Türk çocuklarıyla Kürt çocuklarının ayrıldığı Bahçelievler Basın Sitesi’nde büyümüştü. Aynı sitenin insanları zamanla, aileyi tanıdıktan sonra cezaevine giren çocukları için ziyarete gelse de, taşınmalarına rağmen seneler sonra hâlâ görüşüyor olsalar da, Yunus’un hapsedilmiş 3 yıl 7 aylık çocukluğunun, gençliğinin sebeplerindendi bu ayrılık gayrılık, bu tepki. O yüzden Yunus diyor ki: “Önce tanıyalım birbirimizi”.

 

Yunus şimdi 30 yaşında. Üniversiteyi bitirmiş, her milletten arkadaşı var, hayata küsmüş değil, gayet sosyal bir genç de, cezaevinde yaşadığı kaba işkence bitse de, GBT kontrollerinden hâlâ süren davalara işkencenin incelmişi ömür boyu. Açlık grevlerinin, tecridin etkileri on yıl sonra yokluyor ara ara. Mesela gittiği bir alışveriş merkezinde “Buraya nasıl geldim?” sorusuyla baş başa bırakıyor insanı. Mesela beş sene eğitimini gördüğü İngilizceyi altı ayda unutturuveriyor. Açık alanlarda huzur vermiyor insana…

 

KUYUDAN BAKMAK…

Tutuklular birbirlerini görmesinler diye yoğun çaba harcanan Kartal F Tipi’nde ilk üç haftası, iki metrekare, girmeden önce çırılçıplak soyunması gereken, itiraz edenin elbiselerinin zorla çıkarıldığı müşahedede geçiyor Yunus’un. “Orada da kediler farelerden korkar yani, öyle büyük fareler vardır.” F Tipi’nin o ‘modern’ odalarında yaşadıklarını anlatmaya duvarlardan başlıyor Yunus, duvarların renginden. Aynı renk çöp torbasından, aynı renk yatak örtüsünden, aynı renk poşetten… “En sevdiğim renkti gök mavisi, sonra nefret etmeye başladım. Kullanmamaya özen gösteririm” derken, ben mavi gömleğimi kapatıyorum hırkamla, çocukları göğün renginden soğutanların utancıyla. Yunus devam ediyor:

 

“Üç ay sonra üç kişi kalmaya başladık. En yakın arkadaşım 40 yaşındaydı, ne paylaşabilirsin ki? Tecrit içinde ‘Çay demleyelim mi’yi bile kaş hareketiyle yapardık. Konuşmak bitiyor bir yerden sonra. 7 metrelik duvar, 20 metrekare alanda derin bir kuyu içindesin, hissiyat bu. Kabir azabını yaşıyorsun orada. Ölü olarak düşündüğün de oluyor kendini. Derinliğin içinden gökyüzüne bakmak… Yusuf Peygamber’in hikâyesini anlatırlar ya, kuyudan bakar yukarıya, o şekil bir şey.”

 

‘OYSA KENDİMCE ŞAİRDİM’

Yunus dışarı çıktığında ilk üç ay hastanede serumlarla uyuyabilmiş anca. “Düşünce olarak çok yoğun düşünebiliyordum ama ifade edemiyordum. Kelimeleri kullanamıyordum. Halbuki kendimce şairdim, şiir yazardım” diyor. “Belli bir süre sonra her takırtı rahatsızlık veriyor orada. Sanki başında davul çalıyorlar. Ağız şapırdatması, terlik sesine kadar her şey gözüne batmaya başlıyor. Yaşamın içinde bütün bir işkence seni kaplıyor” diyor. Öyle susmuş, öyle susmuş ki Yunus, İnsan Hakları Derneği’nde aktif babasına rağmen, oradakilere bile anlatamamış F tipinin ne olduğunu. Ve şimdi biz Pozantı’daki çocuklardan anlatmalarını istiyoruz ne olduğunu, olanları anlatmaya çalışıyoruz sonra. “Tüketim toplumu diyoruz ya, her şey bizim için pazara sunulmalık bir meta, o çocuklar da” diyor Yunus. Hızla değişen gündemi hatırlatıp devam ediyor:

 

“Onlar artık bir posa, çocuk değil. Onlar o posa halleriyle acılarıyla yaşayacaklar. Bir çocuğa ballı kaymaklı gelebilir ulusal bir gazetede çıkmak, sevinebilir ama doğru olan bu mu, yapmamız gereken bu mu? Sömürelim mi bu çocukları? O çocuklar o yaralarla toplumda yaşamaya çalışacak. Tek bir cümle o çocukları ölüme götürür. Tek bir cümle: ‘Sen cezaevinde bunları yaşamamış mıydın?”

 

Öncelikle “Bu çocukların ne işi var cezaevinde?” diye soruyor Yunus. Ve diyor ki: “Y.Ş’nin yarası değil bu, komple toplumun yarası. Bu çocukları isyan ettiren nedir ona bakın. Ki çocuk vicdansızdır, direkt vurur suratına, çirkinsen çirkinsin der. Yetişkinlik biraz da işi uzatma yolu değil mi?”

 

Uzatan yetişkinlerin hayatlarını kısalttıkları çocukları konuşurken, Mardin Kızıltepe’de polis tarafından öldürülen Uğur Kaymaz’a geliyor sohbet. “Aşk eksik kaldı o varoluşta, bunu bir kere anlayabilirsek bütün sorunlarımızı çözeriz” deyip devam ediyor: “Uzaktan bakınca makine görürsün, soyutlarsın, yakına gelince duyguları. Herkesin vardır trajedisi, onu yakınlaşınca görürsün. Gözaltındayken yanımda 17 yaşında bir çocuk vardı, ‘Çıkayım, ilk işim annemin yanında yatmak’ diyordu. O çıktı, annesinin yanına gitti. Anneden başka bir sığınak bulamıyorsun ki. Ben her zaman duvar köşesinde anne karnındaki pozisyonda dururdum. Kendimi öyle otururken bulurdum. İnsanı tekrar o şekle sokuyoruz yani. Bu zehir. Toplumsal yapı olarak komple zehir.”

 

Suçu, suçluyu tırnak içine alamayanlara, kesip atanlara geldiğimizde, tecavüz sebebiyle cezaevinde kalanlara yapılanları anlatıyor Yunus:

 

“Tecavüzcüleri üç gün boyunca çırılçıplak bir köşede tutarlar. Gelen tükürür suratına, giden tükürür tekme tokat. Müşahedesi öyledir onların. Yaptıkları eylemler itibariyle insanlıklarını sorgulayabiliriz ama onlara bu muameleyi yapan da tecavüzcüdür. Bunu göremiyorlar mı, algılayamıyorlar mı? Tecavüz örneğini okuyanlar diyecekler ki az bile yapıldı. Tamam vicdanınızı rahatlattınız da, bu işin bir kuralı olmasın mı, bu işin bir hukuku olmasın mı?”

 

TARAFTAR OLMAK MI GEREK?

Söz hukuka gelmişken TC Anaya-sası’nı sorgularken “Almanya’dan ne almışız mesela anayasada?” deyip cevabı yaşadıklarıyla veriyor; “Alman kelepçesi”. 17 yaşında bileklerine geçirilen adaleti anlatıyor: “Alman kelepçesi çok ünlüdür. Elinizi oynattıkça sıkar. Mahkemede mahkeme başkanı bile askerleri uyarmıştı; ‘Ne yaptınız siz!’ diye. Mosmor olmuştu ellerim. ‘Bir şey yapmadık’ dediler ‘kelepçe, standart yani’.”

 

Yunus ve ailesinin Basın Sitesi’nden taşınmasının sebebi, ‘Ateş olmayan yerden duman çıkmaz’ deyip Yunus’u rahat bırakmayanlar, “Savaşın bayraktarlığını yapanlar, ölümü gol atma gibi gören taraftarlar...” Taraftarlık sohbet boyunca en fazla dönüp dolaşıp geldiği yer Yunus’un. ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganının karşısına “Hepiniz piçsiniz” diye çıkanlardan Kürtlüğün karşısına Türklükle çıkanlara hep bir taraftarlık. “Askerde oğlu ölenin, dağda çocuğu ölenin taraf olmaması beklenemez, acılarla orantılı bir taraflığımız var ama taraftarlık başka” diyor, “Taraftarsız bir toplum olmamız gerekmiyor mu?” diye soruyor. “Benim evladım bir hiç yüzünden öldü” diyenlerin sesleri daha çok çıksın istiyor. “Yoksa bu süreç devam edecek, bu çocukların kolları sokak ortasında kırılacak.” Hangi taraftan olursa olsun birileri ölünce halaya tutuşanlar, her şeyi ölüm üzerinden götürenlerle toplumsal bir cinnet halindeyiz Yunus’a göre, bir savaş pornosunun içinde. “Savaş normal bir süreç değil ki yaşananlar savaşın normal bir süreci diyelim” diyor. Sistemin kimliklere ayırdıkça sürüp gittiğini, amacın bu olduğunu, oysa din kimliği, ulus kimliği, cinsiyet kimliği olmadığında dünyanın nasıl da güzel olduğunu anlatıyor. Sonra ailesinden örnek veriyor. Türk yengesinin mutluluğunu anlatıyor aynı evde, hacı ağabeyleri, hacı babası, sosyalist Yunus’un saatlerce süren sohbetlerinde buluştukları ortak noktaları. “Türkiye’nin açıkhava cezaevine dönmesinin en büyük sebebi 12 Eylül’se ve bu savaş devam ediyorsa demek ki biz 12 Eylül’ün mirasını devam ettirmek istiyoruz. Bitirmeye niyetli miyiz?” diye soruyor son olarak ve diyor ki: “Çocukların gözlerine baktığınızda mevzuya, işte bu çocuklar buna isyan ediyorlar.” (Radikal/ Berrin Karakaş)