Cemalettin Efe - Gülşen Çelikkol / Demokrat Haber

11-23 Ekim tarihleri arasında bir grup gazeteciyle birlikte Kürdistan'ın bazı şehir ve kasabalarını dolaştık. Bölge halkının içinde bulunduğu durumu, ruh halini, "Batı" dedikleri Türkiye'ye ve Türk halkına bakışlarını görmek ve anlamak açısından çok öğreticiydi. "Özel güvenlik bölgesi" ilanı süresince Cizre’de 23, Diyarbakır Sur’da 3 kişi öldürülmüştü. 12 günlük bu geziye ilişkin izlenimlerimizi paylaşmaya çalıştık:


Cizre

Diyarbakır-Sur

12 Ekim Pazar hâlâ sokağa çıkma yasağının sürdüğü gündü. Diyarbakır-Ofis’den abluka altındaki Sur’a girmeyi denedik. Ama panzer, TOMA ve her türlü zırhlı araçlarla Dağkapı ve şehir surları boyunca her yer kapatılmış kuş uçurtmuyorlardı. Bazı yerlerde küçücük çocukların zırhlı araçların geçtiği caddeye taş yığmaya çalıştıkları görülüyordu.


Sur

Akşam haberlerinde sokağa çıkma yasağının kalktığını öğrenince ertesi gün, 13 Ekim’de tekrar Dağkapı’dan Sur’a girdik. Önceki gün gibi sokakta resmi kıyafetli polislere rastlamadık. Hâlbuki İstanbul'dan yola çıkarken en büyük endişemiz sıkı polis takibi, kontrolü ve dolayısıyla da bölgeyi istediğimiz gibi dolaşamamak idi. Neden ortada polis görünmediğini bize eşlik eden bölgeden Kürt arkadaşlara sorduğumuzda resmi kıyafetli polislerin, trafik polisleri dâhil, korkudan sokaklara çıkmadığını, trafik kontrolü ve kimlik kontrolünün bu yüzden nadir yapıldığını söylediler. Kontrolün olduğu noktalarda ise çok sayıda zırhlı araç ve polis yığılıyordu. Tek başına resmi kıyafetli polis ya da özel harekatçıyla karşılaşmadık. Hep toplu olarak ve daha çok da zırhlı araçlarla belli noktalarda duruyorlardı.

Sabah Sur'a girince eskiden “Gâvur Mahallesi” denen bölgeden Kurşunlu Camii’ne doğru yürüdük. Elimizde fotoğraf makinesini görenler, “Kurşunlu Camii hakketten kurşunlu olmuş, vallah billah kardeş!” diyorlardı ironik bir tarzda. Bir evin önünde, Makbule Ermiş adında yaşlı bir kadın kapısını açtı. “Gelin, gelin evimizi harap ettiler, çekin. Hepsini çekin” diyordu.


Sur

Evin önündeki sokak duvarı içten ve dıştan yaylım ateşine tutulmuş, çardak şeklindeki yüksek avlunun plastik tavanı kevgir gibi delinmiş, taş ve mermer tabanda derin kurşun izleri vardı. Yaşlı kadın ne kadar korktuklarını anlatırken kurşun isabet eden sarılı ayak parmağını gösteriyordu. Duvarda Şeyh Said’in halı dokumalı bir portresi yanında da genç bir adamın resmi duruyordu. Kadın “Oğlum siyasetten mahpusta, müebbet vermişler, kaç yıldır yatıyor öyle” diye anlattı. Fotoğrafını çekmek istedim, oğullarının müsaade etmeyeceğini söyledi. Kızı bizi avlunun içinden yukarı çıkan merdivenlere götürerek tavandaki delikleri görmemiz için eşlik etti.

Kurşunlu Camii'nin tam yanında, sağ tarafındaki evin sakinleri-çocuklar, birkaç kadın ve bir adam- bize her şeyi göstermek ve anlatmak istiyorlardı. Sokağa çıkma yasağının kalkması üzerinden on iki saat geçmesine rağmen şoktan kurtulmuş değillerdi. Özellikle adının Ramazan olduğunu söyleyen adam çok heyecanlı ve gergindi.

Gerçekten de her taraf kurşun izleriyle doluydu. Bazı yerlerde kocaman deliklerin oluşmasına sebep olan silahın ne olduğunu bilemesek de sıradan bir silah olmadığı aşikârdı. Yerdeki kurşunların yanı sıra beş cm çapında ve koni biçimindeki bir fişeği de toplayıp, aldık.


Sur Fişek

Ramazan “Biz erkeleri bu tuvalete tıktılar” derken bodrumdaki küçük bir kapıyı gösterdi “Kadınlar neredeydi" diye sorunca, “Onları da şuraya koydular” deyip küçük bir odayı gösterdi. “Çok korktuk, eğer kadınlarımız evde olmasaydı kesin bizi öldüreceklerdi” diye devam etti. “Ne kadar kaldınız bu durumda?” diye sorunca, “Bey abim biz günlerce böyle burada korkudan titreyerek bekledik, aç kaldık, zaten saldırır saldırmaz elektrikler hepten kesildi, dışarı çıkamadık” diye cevap verdi. Kadının kucağındaki çocuğu göstererek: “Ha bu sabiye bile acımadılar, diğer çocuklar da hep günlerce böyle bizimle kaldılar.” Genç bir kadın bize evin hasar görmüş diğer yerlerini de gösterdi ve soğukkanlı bir şekilde hükmünü verdi: “Bu hükümet, bu devlet bize düşman, bizim kanımızı dökmekten zerre geri durmaz.”

Öte yandan Kurşunlu Camii resmen kevgire çevrilmişti.


Sur Kurşunlu Camii

Bahçe duvarları panzerlerle yıkılmıştı. Bu arada caminin içine ayakkabılarıyla girip, sigara içip, ırkçı sloganlar yazmışlar. Daha da hızlarını alamamış, şerefeden koca bir Türk bayrağı asıp “Türkün gücünü göreceksiniz!” diye slogan atmışlar, iç duvarlarda da benzeri sloganları yazmışlar. Camiye yakın karşı sokakta daha önce “Jin, Jiyan” (Kadın Yaşam) yazılmış olan duvara siyah boyayla “Kanımız aksa da zafer islamın” diye yazılmış.

Daha sonra barikatların kurulduğu sokakları, Ermeni yazar Mıgırdıç Magrosyan’ın öykü kitabına isim yaptığı “Gavur Mahallesi”ni gezerek merkeze gittik.

DİYARBAKIR EZİDİ KAMPI

Bir gün sonra "Karayolları Fidanlığı" denen ve Diyarbakır’dan 13 km uzaklıkta bulunan Ezidi Kampına gittik. Aslında daha önce kampa girmeyi denemiş ama Demokratik Toplum Kongresi’nden (DTK) izin almamız gerektiği söylenince geri dönmüştük.

Kamp büyük bir ağaçlık alanda bulunuyor. Bizi karşılayanlar izin gerekçelerini anlatırken her türden insanın gelip burada mültecilerin acılarını deştiklerini, hatta Müslümanlık ya da Hıristiyanlık propagandası yaptıklarını belirttiler. Bazılarının da kimi söz ve vaatlerde bulunup zor durumdaki insanların beklentilerini yükseltip gittiklerini ama sonrasında bir şey olmadığını vurguladılar. Bunun için de kamptakiler artık pek görüşmek istemiyormuş.

Kamptaki Ezidilere düzenli yardımların sağlanmasından sorumlu Rojava Derneği Başkanı Mümin Ağcakaya bize bazı bilgiler verdi. Sayı daha önce çok daha fazla olsa da şu anda 3 bin civarında insan burada yaşıyor bunların bir kısmı Avrupa'ya gitmek için kamptan ayrılmış.

İlk başlarda kişi başına yemek dağıtılırken sonra vazgeçilmiş. Şimdi kişi sayısına göre on beş günlük erzak veriliyor, herkes kendi yemeğini kendisi pişiriyor. Ortak tuvaletler ve çamaşırhaneler bulunuyor. Sağlık hizmetleri için bir çadır var, düzenli kontrol oluyor, gerektiğinde hastalar hastanelere gönderiliyor. Elektrik ve su sıkıntısı yok, her şeyi Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi karşılıyor. Sadece aylık elektrik gideri 30 bin TL’yi tutuyormuş. Rojava Derneği daha çok Kürt hareketine sığınmış olanlara yardım etmek için kurulmuş ve halktan ya da kurumlardan gelen yardımların merkezi ve düzgün şekilde ulaştırılmasından sorumlu. Kamptakilere doğrudan para verilmiyor yiyecek, içecek ve ihtiyaçları olan araç-gereçler veriliyor. Bu insanlar için ne yapabiliriz duygusuyla kamp içinde dolaşırken esmerden çok kumral, sarışın, mavi gözlü çocuklara rastlamamız da ilginçti. Bu arada kamptaki gençlerin Avrupa'ya gitmek yerine neden savaşa gitmek istemedikleri Kürtler arasında tartışılan ve yadırganan bir şey olduğunu da gözledik.

Bu kampta konuştuğumuz aileler genellikle IŞİD’in gelmesinden önce Şengal bölgesini terk etmeyi başarmıştı. Şengal hala güvenli bir bölge olmadığından oraya dönmek istemiyorlar, Avrupa’ya gitmek isteyenler çok. Evini, işini bırakıp buraya sığınanlar savaşın bitmesini bekliyor. Bazı işverenler de zaman zaman gelip çalışmak isteyenleri işe götürüyor. İşe gitmelerini tamamen kamp sorumluların kontrolü altında gerçekleşiyor. Ücret belirleniyor, çalışma saatleri ayarlanıp öyle gönderiliyorlar.

Görüşmemizi kalabalık bir aile ile yaptık. Aile reisi konumundaki Said ve çocuklarının yanı sıra birkaç komşusu da bizimle çadırda sohbet etti.

Said Irak Asaişinde komiser ve Irak devletinden maaş alıyormuş. Gururlu bir adam. “Biz Ezidiler 72 katliam atlattık bunu da atatırız, yani kendimizi öyle zavallı bir durumda görmüyoruz, buda geçer…” diye konuştu. Sabırla Şengal’e dönmeyi beklediklerini söyledi.

SURUÇ KAMPLARI

Suruç’ta bizi İsa’nın oğlu Apo karşıladı. Daha sonra İsa da geldi. Suruç’da sabah çorba içmek adettendir diye fırın-lokanta karışımı bir yere gittik. Ardından kasabanın girişindeki iki kamptan birine yöneldik. Aslında kasabada üç kamp var; biri AFAT’ın, diğer ikisi Suruç belediyesinin himayesinde. Girdiğimiz ilk kamp Arin Mirxan ya da Kürtler arasında “Şehit Aileleri Kampı" olarak geçiyor. Bir kızı YPJ'da hala savaşan ve yeğeni YPG’de savaşırken ölen İsa orada bilinen, saygı ve güven duyulan biri olduğundan Diyarbakır’daki gibi ayrıca özel izin istemediler. Burada yakınlarını savaşta yitiren 50 kadar Kobaneli Kürt aile konteynırlarda kalıyor. Çoğunlukla kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluşuyor. Savaşa katılacak yaşta yetişkin erkek yok gibi. İlkin bizi bir kadınla tanıştırdılar. Filistinli bir genç bir kadın, arka fonda YPG flamasının olduğu kocasının resminin önünde durarak sorularımızı cevapladı. İki kızı var, savaşta eşini ve diğer yakınlarını kaybetmiş. Yardım beklediklerini, çaresiz kaldıklarını, çocuklarının perişan olduğunu anlattı. Konteynırların içi sanki bu çaresizliği ispatlamak ister gibi bomboş. Birkaç sünger yatak, kurşi denilen küçük iskemlelerden başka bir şey göze çarpmıyordu.

Başka bir konteynıra geçiyoruz.


Suruç

İçerde köşede bir erkek çocuğu sol elinin yanında duran bir akıllı telefonla uğraşıyordu, bizi görünce istemeden de olsa bıraktı. Kafasında bir sargı bezi vardı. Sonra dikkat ettim, dizkapaklarının üstünden ayakları yoktu.

Çocuğa "Nasıl oldu" diye sormaya cesaret edemedik, İsa olayı anlatı: iki kardeşlermiş, savaş sırasında buraya geçerken mayına çarpmışlar. Abisi ölmüş, bu çocuk ta bu halde buraya getirilmiş. Kafasındaki yara o olaydan kalma ve daha tam sağalmamış. Diğer bir konteynırda kadın ve çocuklarla sohbet ettik, hepsinin kayıpları vardı. Birkaç soru sorduğumuz güzel bir kız çocuğunun okuryazar olmadığını öğrendik. Kalp hastası olduğu için hiç okula gitmemiş. Okula gidemeyen çocuklardan isteyenlere kurs gibi eğitim verilmeye çalışılıyor. Bu arada Suriye'nin kuzeyinde, yani Rojava'da Kürt kantonlarının ilanından sonra artık Kürtlerin Arapça ve Arap alfabeyle okuyup yazmayı bıraktıklarını öğreniyoruz.

Kamptakilerin hepsi de bir an evvel Kobane’ye dönmek istiyorlar. İkinci kışı burada geçirmeye niyetleri yok. Buradaki Kürtlerden ve belediyeden memnun olduklarını, bağırlarına bastıklarını sıklıkla ifade ettiler.

İkinci kampa gidiyoruz.

Girişte küçük bir barakadan ibaret olan yönetim odasına alındık. Mıjgin, oranın sorumlusu bizi karşıladı. Kışın yaklaşmış olmasına rağmen hava hala sıcak. Barakadaki sıcaktan bol miktarda iri karasinekler uçuşuyor. Hama’dan gelmiş birkaç Arap aile dışında 200 kadar Kürt yaşıyor. Kamp alanında çocuklar şeker karşılığı mıntıka temizliği yapıyorlar. Mijgin bunun da bir nevi pedagojik disiplin ve çocukları oyalamayı yönelik olduğunu anlatıyor. Tercümanımız İsa konuşulanları geç ve daha çok özet halinde çeviriyor. Bir çadırın önünde geçerken İsa, isterseniz şu adamla konuşabilirsiniz, diye çadırda kendi başına bir şeyler pişirmeye çalışan bir adamı gösterdi. Adamın iki ayağı da dizkapağından aşağı yoktu. Gerillaymış. Sınırı geçtiği sırada Türk askerlerine yakalanıyor ve iki dizini canlı canlı kesiyorlar.

Hamalı bir Arap aile ile görüştük. Kürtlerin içinde kalmanın zorlukları olup olmadığını sorduğumuzda inandırıcı bir ifadeyle hem kadın hem de erkek, “Biz hepimiz kardeşiz, bizi hiçbir şekilde diğerlerinden ayırmadılar, her şeylerini bizimle paylaşıyorlar” dediler.

Son olarak Suruç Katliamı’nın olduğu yere de uğrayıp, ölenlerin anısına saygı duruşunda bulunuyoruz.

BATMAN KAMPI

Batman'da iki kamp var; biri şehir içinde belediyenin eski spor tesislerinde, diğeri ise Batman’dan 40 km uzaktaki Beşiri'ye bağlı İki Köprü beldesinde bulunuyor. Beş yüzden fazla Ezidinin kaldığı İki Köprü kampının arazisini bir Ezidi Kürt belediyeye tahsis etmiş. Diğerinde ise yaklaşık iki yüz Şengalli Ezidi kalıyor.

Gördüğümüz diğer kamplara nazaran burada çok sayıda genç kız ve erkek var. Biz kampa vardığımızda Batmanlı bir fotoğrafçı kimlik için fotoğraflarını çekiyordu. Zaman zaman küçük bebekler fotoğraf için oturtulan iskemlede ağlıyor, daha büyük çocuklar da onların bu haline gülüyor.

Sağlık, psikolojik destek, yeme-içme gibi hizmetler Batman belediyesi ve halkın yardımlarıyla yapılıyor. Görevliler bize zorluk çıkarmadan görüştük. Şengalli Ezidiler güvenlik kesin olarak sağlanmadan dönmeyi düşünmüyorlar.

Konuştuklarımızın arasında IŞİD’den kaçarken yakalanan ve beş ay esir tutulan bir kadın da vardı. Bir grup kadın ve kız bir yerden başka bir yere nakledilirken bir fırsat bulup kaçmış. Kadının anlattığına göre, yedi yaşına gelmemiş çocuklar öldürülmüyormuş, bu yüzden esir düşenler ortada kalan sahipsiz yedi yaş altı çocukları sahipleniyormuş. Kaçtıklarında dağda çocukların diri diri IŞİD’ciler tarafından kara gömüldüklerini, hatta erkek çocukların kafalarının kesildiğini söylüyor.

Cizre

Son durağımız Cizre’ydi. Nur mahallesinde basına yansıdığından daha vahim bir manzarayla karşılaştık. Sur’a göre en önemli farklılık halkın burada daha açık bir şekilde taraf olmasıydı. Mahallenin girişinde çektiğimiz fotoğraflar bazı yüzleri bütünüyle gösterdiği için nöbet tutan YDG-H’lıların uyarısıyla silmek zorunda kaldık. Yediden yetmişe herkes devleti ve hükümeti suçluyor. Çeşitli yerlerde mahalle meclisleri ve kadın dernekleri tabelalarıyla karşılaştık. Savaş alanı gibi bir mahallede herkes bize hasar gören evini, dükkânını göstermek istiyordu.

Konuştuğumuz genç bir kadın yaşanılanları şöyle anlattı: “Evimizin salonunda bomba patlıyor, bunu düşünebilir misiniz? İnsanlar kendisini korumayı bilmese bu 8 gün içinde buradan yüzlerce ölünün çıkması işten bile değildi. Aslında buraya bir psikologlar ordusu gelmesi lazım, sabahlara kadar top ve silah sesleri durmadı, korku içindeki insanlar sokağa çıkamadı, elektrik olmadığı için bozulmuş, kokmuş şeyler yemek zorunda kaldık. Ben mesela zehirlendim. Bu bir travma değil mi? Ve ben eminim ki buradaki herkes şu veya bu derecede ciddi travmalar geçirdi."

Cizre’den ayrılıp Diyarbakır’a dönerken tüm baskılara, saldırılara, olağanüstü acılara ve kayıplara rağmen bir halkın uzun soluklu direnişinin ne olduğunu gözümüzle görmüş ve daha iyi anlamış olduğumuzu hissettik.

SON SÖZ

Gezi ve gözlemimize ilişkin birkaç notu düşmek gerekirse şunları ifade etmek gerekir: Özel Güvenlik Bölgesi ilan edilen yerlerin HDP’nin çok yoğun oy aldığı yerler olduğu dikkatimizi çekti.

Gezdiğimiz bütün kamplarda en göze çarpan şeylerin başında hiç şüphesiz çocukların eğitimsiz kalmaları. Savaştan en çok hasar görenlerin -ki bunların başında kadınlar geliyor, psikolojik destek görmeleri çok önemli. Bu alanda yapılanlar çok yetersiz.

HDP’nin yönetimindeki Belediyelerin kamplara yaptığı maddi harcamalara devlet hiçbir şekilde tek kuruş destek vermemekte, bunun çok bilinçli bir politik tavır olduğunu söylemek gerekir.