Sevda Karakuş

Bu yazının çıkış noktası her gün artarak devam eden “Devlet Şiddeti” nin normalleştirmesi algısına karşı tepki olarak kaleme alınmıştır.

Devlet ve Kimlik

Türk Devletinin karakteristik özelliği egemen sınıf (burjuva) kimliğinin yansıra egemen erk-İslam-Türk faktörleri ile tek kimlik çerçevesinde toplanmakta. Bu ayni zamanda egemen kimliğin dışında kalan etnik, inanç, cinsiyet ve cinsel yönelimlere yönelik bir inkâr ve asimilasyonun sistemli ve legal bir şekilde yürütülmesi anlamına gelmektedir. Eğitim alanında Türk andı, İstiklal Marşı, din dersi zorunluluğu; resmi kimlikte din ve etnik kimliğinin Türk ve İslam şeklinde belirlenmesi; tarih ve dil alanında mistik olarak Türk olmanın yüceltilmesi, Türkçenin tüm dillerin anadili olarak değerlendirilmesi gibi sembolize egemenlik alanları ile de tek kimliğin yüceltildiğini görmekteyiz. Buna karşı en yakın örnek Leyla Zara’nın tek kimliği yücelten faşist yeminde nüans acısından küçük ancak içerik büyük olan bu değişiklik devletin ideolojik yapısına dokunmaktaydı.  

Devletin fonksiyonu ve rolü üzerine çeşitli bakış açıları mevcuttur. Bu bakış açıları esasta devletin egemen grubun ilgisini yoksa çoğunluğun refahını sağlama işlevi olduğu konusunda ayrışmaktadır. Modern sosyal devlet ve demokrasi kavramları ile devlet, sınıflar üstü, sınıflar arasındaki uzlaşmayı iki tarafından çıkarına yönelik güvence altına alan bir organ olarak savunulmaktadır. Marksist teoride ise, devlet sınıflar üstü değil, aksine ekonomik ilişkileri egemen sınıfın çıkarlarına yönelik düzenleyen ve bu üretim ilişkilerinin farklı mekanizmalar ile yeniden üretilmesini sağlayan bir organ olarak değerlendirilir. Devlet algısı ise genel olarak fetiş bir fenomen olarak karşımıza çıkıyor, normal olan, kurallarına uyulması, sorgulanmaması gereken bir yapı. Devletin alt sınıflardaki algısı bir otorite olarak karşımıza çıkar. Eğer alt sınıflar bu otoriteyi henüz sorgulayacak durumda değillerse, devletin tüm organlarına karşı çekimser duruş sergilerler. Devlet ne yaparsa yapsın itaatkar olan bir kesimin yani sıra, devletin üst organlarından alt organlarına yönelik genel olarak bir güvensizlik algısı ve sorgulama toplumun çeşitli kesimlerinden yükselmektedir. Kürtlerin egemen devlete karşı kendilerini yerel organlar üzerinden organize etmesi, kadınların hareketlerinin devletin erk yapısına karşı eylemler düzenlemesi, doğasına sahip çıkanların Havva ananın sözleriyle; Devlet kimdir, devlet benim, sensin demesi bu algıya yönelik bir uyanıştır.

Devlet Şiddeti

TC devleti kendi ideolojik dokusu çerçevesinde kamusal alandan özel alana dek toplumu şekillendirmekte, bunun yansıra güvenlik güçlerinin uygulamaları ile devlet şiddeti her gecen gün "normalleştirilmekte". Her ne kadar garip gelse de "şiddetin normalleştirilmesi" vuku bulmakta ve bu bir sürecin ürünü olarak bilinçlerimizde prangalanmaktadır.

Devlet şiddeti burada sadece direkt şiddet uygulanan (örneğin bir eylemci) ile uygulayan (polis) arasında değil aslında daha karmaşıktır. Ancak vurgulamak gerekir ki burada devletin temsilcisi olan üniformalı, güç dengesinde daha üstün pozisyonda, üniformanın, copun, silahın ve yasaların güvencesinde hatta iktidardaki siyasi otoritelerin söylemleri ile şiddete teşvik edilmektedir. Bu noktada emir komuta zinciri çerçevesinde hareket eden, düşünme ve sorgulama yeteneği üniforma ile devre dışı bırakılmış bir makine ile karşılaşırız. Karşı taraf da ise gördüğümüz eylemci sistemin yarattığı bir veya birden fazla komplex alt-kimlik statüsünden ötürü sistematik ayrımcılığa maruz bırakılmakta. Bu çelişki onu sistem karşısında güç dengesinde alt konumda tutar. Bu eşitsiz güç dengesini bozan tek şey ise alt kimliklerin bir araya gelmesidir. Bu yüzden de devlet şiddeti, şiddet uygulayan ile uygulanan arasında değil egemenler ile toplumun bir kesimi arasında gelişen ilişkidir. Yani şiddeti uygulayan otorite sokağa çıkan sesini çıkaranlar üzerinden toplumun geri kalanına seslenmekte ve verilmek istenen mesaj nettir; eğer sizde sokağa çıkarsanız, polis kursuna denk gelirsiniz, hey ebeveynler eğer çocuklarınıza sahip çıkmazsanız hapishanelere tıkılacaklar, hani bir de söyleyelim memursanız is hayatiniz biter. Tuhaftır ki en kötüsünden başladım; hayatını kaybetme olasılığı isini kaybetme olasılığından daha önde geliyor bu günlerde ülkemizde. Burada uygulanan fiziksel şiddetin diğer bir fonksiyonu psikolojik şiddeti beraberinde getirmesidir, kitlelerde yaratılmak istenen esas olarak "korku ve sisteme itaat"dir!

Sosyal Politika

İtaatkârlığı yeniden sağlamak isteyen iktidar dizginlere sıkı sıkıya yapışmış ve sadece güvenlik güçleri değil bütün mekanizmaları üzerinden toplumu eğitmeye çalışıyor. Kitle iletişim araçları ile kitleleri manipüle ediyor, televizyon programları üzerinden sadece tüketen, sorgulamayan stereotipi yaygınlaştırıyor, içi boşaltılmış beyinler yaratıyor. Sosyal politikaları üzerinden ise hak kavramını silikleştirip sadaka mantalitesini yerleştiriyor. Hak ve hukuk kavramları her ne kadar burjuva demokrasisinin ürünü olup sınıf cephesinde muğlak olsa da, hak kavramının olduğu yerde bireylerin aktör olarak karşı çıkma özelliği vardır. Ortaçağ zihniyetinden kalma sadakada ise bireye aktör olarak yer verilmez, yani kendi kararlarını alabilen gerektiğinde karşı çıkabilen bir bireyin aksine bağımlı itaatkâr bireyler yaratılır. Soma’da yaşanan isçi katliamı bu politikanın ürünüdür. Günler sonra göçük altından çıkarılan isçinin sedyeyi kirletirim diye çekinmesi bundandır. Erdoğan’ın bu isin fıtratında ölüm var demesi bundandır. Açlıkla yoksullukla terbiye edilen kitle erzak yardımından, kömür yardımına koşuştururken illegal sarayın gölgesinde sadece el pençe divan duruyorsa bu sadaka sosyal politikaların sonucudur.
 
Karşı Güç

Tüm mekanizmalara ve baskı araçlarına karşın Türkiye de ve Kuzey Kürdistan da toplumsal çelişkiler daha bariz ve mevcut patlayan (bir süre sönüme uğrayan ancak mevcut) sosyal hareketler var: kadın hareketleri, LGBT, Kürt Hareketi, sosyalist hareketler, barış girişimi bunlardan en önde gelen, aktif olanları. Bugünün karakteristik özelliği ise tüm bu özgün hareketlerin ortak bir paydada kendi içlerinde ideolojik ayrımlarına karşın "biz" kolektif kimliğinde buluşuyor olabilmesi. Toplumsal değişimin motoru olabilmenin önkoşulu geri olana karşı örgütlenmek, biz olabilmekten geçmektedir. Ancak bu biz karakterinin bir yandan kendi içindeki heterojen dokusundan ötürü kendi özgün sorun tanımaları ve çözüm perspektiflerinde ayrıştığını görmekteyiz. Bu bir açıdan farklı hareketin uzun süreli bir arada kalması, talepler noktasında birleşmesinde ayrışmaya yol açabilir.  Ancak dış etkenlerden biri olarak TC devletinin faşizan yaklaşımları bu hareketleri uzun bir süre bir arada tutacağı görülmektedir. Su an acısından esas olan toplumsal çelişkilerin hedef kitlenin olduğu alanlarda (fabrikalarda, is yerlerinde, eğitim alanlarında, gecekondularda, göçmenlerin yanında) sesli sorgulanmanın zamanıdır. Sistemin verdiği sınırlar içerisinde değil alternatif alanlarında yaratılarak sistemin yeniden üretilmesine değil sistemin nasıl değiştirilmesi gerektiği üzerinde tartışmalar yaratılmalı. Leyla Zana’nın davranışı bu anlamda bir örnektir. Ancak sonuç almak için kişisel değil, toplumsal olarak sistemin dayatmalarını yani tanımlanmış şeyleri yeniden üretmek yerine reddetmeli ve kendi düşünüş ve davranış biçimimiz üzerinden nicele ulaşıp ve niteliğe dönüşümü sağlamalıyız.