Taraf Gazetesi’nde araştırmacı yazar Cafer Solgun tarafından hazırlanan Diyanet İşleri hakkında bir yazı dizisi yayınlanmaya başladı. İşte o dizinin ilk bölümü:

DİYANETİN DİNİ: DEVLET

Türkiye’deki bütün Müslümanları “Sünni-Hanefi” kabul eden Diyanet, resmi ideolojinin karargâhıdır. Diyanet’e göre, her vatandaşın vazifesi “devlet” için yaşamaktır...

BAŞLARKEN

Diziyi yayına hazırladığım günlerde, hükümetin tozlanmaya terk ettiği Alevi açılımını raftan indirmeye hazırlandığı haberleri gündeme geldi. Buna göre cemevlerine ilgili devrim kanunlarına “dokunmadan” yasal statü tanımanın formülleri araştırılıyor ve dedelere maaş bağlanması planlanıyormuş. Demokratik bir ülkede, o ülkenin yurttaşlarının bir kısmı “şurası benim için ibadet mekânıdır” diyorsa, devlete düşen bunu tanımak, üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmektir. Bu açıdan cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınması, gecikmiş bir adım olacaktır ve daha fazla gecikmemek gerekmektedir. Dedelere sertifika verilip maaş bağlanması ise, tartışma yaratacak bir düzenlemedir. Çünkü Alevilerin büyük çoğunluğu açısından mesele dedelere de DİB bünyesindeki din adamları gibi maaş verilmesi değil, devletin din-iman işlerinden bütünüyle elini, ayağını çekmesi ve bütün din ve inanç gruplarına, inançsızlar da dâhil bütün yurttaşlarına eşit mesafede durmasıdır. Tabii henüz hükümet yetkilileri resmî bir açıklama ile ne yapmayı planladıklarını deklare etmiş değiller. Bu alandaki asıl mesele Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ta kendisidir. Böyle bir kurumun “devlet kurumu” olarak “genel idare” içerisinde konumlandırılmasıdır... Bu “asıl mesele” görmezden gelinerek sahici bir “açılım” yapabilmek olanağı yoktur. Gezi Parkı direnişi ile başlayan yeni süreçte, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, biraz da DİB’i tartışmak demektir...

***

GİRİŞ


Bir “yüzleşme” sorumluluğu: DİB


Türkiye, yaşadığı birbirinden ağır ve on senede bir darbe ve müdahalelerle önü kesilmiş dönemlerin ardından, 2000’li yıllardan bu yana “kendine özgü” bir demokratik değişim- dönüşüm süreci yaşıyor. Bu sürece, bazılarının görmek ve göstermek istedikleri gibi durup dururken gelinmiş değil. Kürtler, Aleviler, gayrımüslimler, dindarlar, solcular başta olmak üzere bir bütün olarak Türkiye toplumu, inkârcılıkla malul devletin resmî ideolojisinin değişik düzeylerde “mağduru” oldular. Bugün geldiğimiz aşama itibarıyla herkesin kendi açısından yaşadığı acıları, herkes için demokrasi ve özgürlük bilinç ve duyarlılığıyla sağlıklı, işleyen, sahici bir demokratikleşmenin gerekçesi olarak işlevlendirmesi gereği var. Diyanet İşleri Başkanlığı, birçok yönüyle ciddi bir “yüzleşme” konusu. Bu yüzleşmenin sürekli ertelenmesi, sorunun önemini, güncelliğini azaltmıyor, aksine daha da artırıyor, ağırlaştırıyor... Bu yazı dizisinin amacı da zaten bu; yani, Diyanet’e ayna tutmak... Bakın o aynadan neler yansıyacak...

***

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), demokratikleşme ve demokrasinin asgari normlarından biri olan din ve vicdan özgürlüğü kapsamında birçok yönüyle tartışılması gereken bir konu... Öncelikle kapsamlı bir yüzleşme konusu. Çünkü Diyanet, mevcut yapısı, anlayışı ve icraatları itibarıyla ayrımcılık üreten bir kurum. Bu, çok net. Beraberinde, ülkemizdeki dinî çeşitliliği yok saymak, İslam’ın Sünni-Hanefi yorumunu esas almak ve diğer yorumları buna göre asimile etmek, Diyanet’in “varlık gerekçesi”. Dahası da var. Diyanet, malum, sözlük anlamıyla, “din-iman işleri” demek. Ve Diyanet İşleri Başkanlığı, ülkemizde inananların din-iman işlerini yönetmekle, kontrol altına almakla mükellef kılınmış bir kurum. Peki, neye göre?

Diyanet neye göre din-iman işlerini kontrol ediyor?

İşte bu sorunun cevabı, bütün Müslümanları doğrudan ilgilendiriyor: Atatürk İlke ve İnkılâplarına göre, laikliğe göre, “devletin ve millettin bölünmez bütünlüğü” ideolojisine göre...

Bu “şaka gibi” ölçüleri ben uyduruyor değilim. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş mantığı bu. Kurulduğu 1924 yılından bu yana ilgili Diyanet yasalarında ihtiyaca binaen değişiklikler yapılmıştır, ama DİB’in temel misyonuyla ilgili herhangi bir değişiklik sözkonusu olmamış, olamamıştır... Son olarak 2010 yılında Meclis’in kabul ettiği Diyanet Teşkilat Yasası ile de bir şey değişmiş değil. Yapılan değişikliğin “genel gerekçesinde” aynen şöyle deniyor: “Bilindiği üzere, Cumhuriyetimizin en köklü kurumlarından birisi olan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek görevini yerine getiren anayasal bir Kurumdur.

Geçerken belirtmiş olayım, bu yasa tasarısına Meclis’te “ret” oyu veren tek milletvekili oldu ve o da dönemin BDP Dersim Milletvekili Şerafettin Halis idi...

Bu, yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “laiklik” ilkesi doğrultusunda faaliyet yürütmesi, kanımca, özellikle ve öncelikle Sünni yurttaşların sorgulaması gereken bir durum. Bir tür “devlet Müslümanlığı” yaratmak projesi olan Diyanet’le ilgili sorun ve şikâyetlerin daha çok ve sadece Alevilere yapışıp kalmış olması, bu nedenle doğru değil.

Çünkü Türkiye’de yaşayan bütün Müslüman halkların “Sünni-Hanefi” oldukları varsayımına dayalı olarak faaliyet gösteren Diyanet İşleri Başkanlığı, aslında insanlarımıza İslamiyet’i, Sünniliği, Hanefiliği değil, düpedüz “devlet”i telkin eden bir devlet kurumudur... “Yüce” olan, “kutsal” olan “devlet”i... Her birimizin boynuna vazife olan “devlet” için yaşamaktır ve Diyanet İşleri Başkanlığı, bu resmî ideoloji dayatmasının kalesi ve karargâhıdır.

Diyanet “siyasetler üstü” mü?

Diyanet’in “bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalma” iddiası ve “birlik ve beraberliğimiz” için önem ifade eden bir kurum olma iddiası için de söylenmesi gerekenler var.


Biliyoruz, “dini siyasete alet etmek” iddiası ve bu iddiaya dayanak teşkil eden “irticai faaliyetlerin odağı olmak” suçlaması, “bölücülük” suçlaması ile birlikte bugüne değin parti kapatma kararlarının en revaçta gerekçesi olmuştur. Özellikle Necmettin Erbakan’ın liderlik ettiği “Milli Görüş” geleneğinden siyasi partiler hep bu suçlamanın muhatabı olmuşlardır. Son olarak da, Adalet ve Kalkınma Partisi, 2007 yılında aynı gerekçe ile Anayasa Mahkemesi’nde açılan davada, kapatılmanın eşiğinden dönmüştü...

Resmî ideoloji zihniyeti nezdinde “dini siyasete alet etmek” noktasında var olan bu “hassasiyet”, aslında son derece çarpıcı ve çarpık bir gerçekliği perdeleme çabasına tekabül etmektedir ve o da şudur: Dini siyasete alet eden, kendi resmî ideolojisine alet eden bizzat devletin kendisinden başkası değildir... Ve devlet bunu, bir devlet kurumu olarak DİB üzerinden yapmaktadır.

İşin ilginç yanı, DİB yöneticileri, yıllardır gözümüzün içine baka baka bu demagojiyi yapmakta bir beis görmemektedirler. “Devlet memuru” ya da “devlet adamı” olmanın gereklerini yerine getirdikleri düşünülebilir. Olabilir. Ama kamuoyunu devletin yıllardır dini nasıl kendi ideolojik, politik hassasiyetlerine, konseptlerine alet ettiği gerçeği gün gibi ortada iken ve bu, kişilerin niyetlerinden bağımsız olarak DİB’in kuruluş mantığı ve statüsü, kendisine atfedilen rol gereği böyle iken, hâlâ DİB yöneticilerinin bu iddiayı büyük bir rahatlıkla dillendirebilmelerine şaşmamak mümkün değil.

Bunun örneklerinden birini aktaracağım.

11 Mart 2012’de, Abant Platformu, “Yeni Anayasanın Çerçevesi” konulu bir toplantı düzenlemişti. Bu toplantının oturumları boyunca değişik medya ve akademi dünyasından entelektüellerin üzerinde ortaklaştıkları temel nokta, 82 darbe Anayasası’nın “yok” sayılarak, temel hak ve özgürlükleri referans alan bir anayasa yapmak gereği olarak öne çıkmıştı. Fakat “İnanç Özgürlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din Dersleri” başlıklı oturumda panelistlerden biri olan DİB bünyesindeki İslami Araştırmalar Merkezi (İSAM) Başkanı Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın, “farklı” bir görüş ortaya koydu. Aydın’a göre 82 Anayasası’nda DİB’le ilgili bölümlere dokunulmamalıydı, çünkü bu maddeler “ideale yakın” idi ve DİB’in mevcut statüsü olduğu gibi korunmalıydı. DİB, “öteden beri siyasetler üstü bir kurum” idi...

Tartışmalara neden olan bu yaklaşım, Nazlı Ilıcak gibi bazıları nezdinde “Diyanet’e dokunmayın” şeklinde taraftar bulduğunda, doğrusu, şaşırmıştım... Diyanet, bazılarının demokratlıklarının bittiği yer idi...

Ama burada durup sormanın zamanıdır: Bu gerçek daha ne kadar gizlenebilecektir? Diyanet İşleri Başkanlığı adında devasa bir devlet kurumunun “genel idare” içerisinde konumlandırıldığı bir sisteme daha ne kadar “laiklik” denecek, daha ne kadar “demokrasi” denecek ve daha ne kadar insanlar bir “devlet dinine” biat etmeye zorlanabilecektir?

Bu soruları cevaplamaktan korkmayalım...

***

Kuruluşu ve tarihçesi

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmî web sitesinde DİB’in kuruluşu ve tarihçesi şu şekilde aktarılıyor:


...Din hizmetlerinin politikanın dışında ve üstünde tutulması gerçeğinden hareketle 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak yerine, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dâhil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Millî Mücadele yıllarında büyük hizmetler vermiş, idarî tecrübesi olan ve uzun zaman Ankara Müftülüğü görevinde bulunan Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi, 1 Nisan 1924 tarihinde Diyanet İşleri Reisliğine getirilmiştir. En yüksek devlet memuru maaşı alan Diyanet İşleri Reisine, bakanlara verilen kırmızı plakalı bir makam aracı tahsis edilmiş ve protokoldeki yeri de bu özelliklere göre belirlenmiştir. (...) 1961 Anayasası; 154. Maddesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bir Anayasa kurumu olarak düzenlemiş, genel idare içinde yer vermiş ve bu kurumun, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmesini öngörmüştür. (...) 30.04.1979 tarihinde yürürlüğe giren 26.04.1976 tarih ve 1982 sayılı Kanunla, 633 Sayılı ‘DİB Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’da geniş çapta değişiklik yapılmış ve Diyanet İşleri Başkanlığının yurtdışında da teşkilatlanması sağlanmıştır. (...) Kuruluşundan bugüne kadar gerek yurtiçindeki, gerekse yurtdışındaki vatandaş, soydaş ve dindaşlarımıza din hizmeti vermekte olan Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasada belirtilen ilkeler doğrultusunda üzerine düşen görevleri yerine getirebilmek ve daha iyi bir hizmet sunabilmek için yoğun çalışma içerisindedir...”

***

Şerafettin Halis DİB yasasına neden ret oyu verdi

Nasıl oy verebilirdim? DİB’nın bütçesi 1987 yılında beş bakanlığın, 2011 yılında sekiz Bakanlığın bütçesine eşitti. Bugün, 2013 bütçesi, 4 milyar 604 milyon 649 bin TL. ile tam 11 bakanlığın bütçesine eşit. Sağlık ve Çalışma bakanlıklarının bütçesi azalırken DİB’in bütçesi yüzde 18 artış sağlıyor. Öyle bir hâl aldı ki; DİB tam bir holding oldu. Kimin parasıyla? Bu ülkede yaşayan, Müslüman olsun olmasın herkesten alınan vergilerle. Bugün DİB’de çalışan hemen hemen tümü Sünni kadrolu personel sayısı 130 binin üzerinde. Ayrıca DİB her yıl devletten 10 bin kişilik kadro talep etmektedir. DİB’den başka bir devlet kurumuna yatay geçişler kurumlarda “mezhepçi- siyasi” bir kadrolaşma yaratmaktadır. Görevi demokrasi tıkacı olan böyle bir kurumu daha da büyüten bir yasaya, bir sosyalist ve Alevi olarak elbette oy veremezdim.

***

Mehmet Sait Yazıcıoğlu

DİB’e siyasi baskı; olmasa olur mu

1967-1992 yılları arasında 14. Diyanet İşleri Başkanlığı yapan, AKP’nin ilk ve ikinci döneminde milletvekili olan, 2007 seçimlerinin ardından 2010 yılına değin hükümette Din İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yapan M. Sait Yazıcıoğlu, 1993 yılında bir dergide yayımlanan röportajında (Altınoluk Dergisi/ 1993- Kasım, Sayı: 93, Sayfa: 17), DİB ile ilgili önemli saptamalarda bulunmuş ve DİB’in mevcut yapısıyla siyasi baskıdan uzak kalamayacağına dikkat çekmişti:

“... Hatırlıyorum, bir Devlet bakanı vaazında bir şey söyleyen din görevlisi için ‘Ben onun kafasın koparırım’ gibi sözler söylemişti. Hâlbuki Devlet bakanı din görevlisinin kafasını falan koparamaz. Din görevlisinin bağlı olduğu bir makam vardır. O makam neyse gereğini yapar. Devlet bakanı ile ilişkisi de yoktur. Anayasa’nın bu müesseseye verdiği görevle mevcut yapı çelişkilidir. Birbirine terstir. Anayasa Diyanet’e diyor ki; Her türlü siyasi görüş ve düşüncenin üzerinde kalarak görev yapacaksın. Ondan sonra da müesseseyi bir siyasi partiye mensup bakana bağlayacaksın. O bakan da tabii o müesseseyle ilgili çeşitli yersiz taleplerin ve siyasi baskıların altında. Tabii o talepleri, siyasi görüşünün gereğini yerine getirmek için kendisi baskı yapıyor. Bu ortam içerisinde Anayasa’nın verdiği görevi yerine getirmenin imkânı yoktur. Ayrıca yapılan baskılar açık olmaz. Bunun çeşitli yolları vardır. Bir kere şu havayı, görüntüyü kesinlikle kaldırmak lâzım; ‘Diyanet İşleri mensuplarına acaba ne ölçüde güvenilir. Devletin acaba bunlara telkini var mıdır?’ şeklinde kamuoyunda, halk arasında bir kanaat vardır. Fakat bu kanaati Başkanlığın şu ortam, şu yapı, şu statü içinde silebilmesi mümkün değil.

YARIN:

AKP VE DİYANET: DÜN DÜNDÜR, BUGÜN BUGÜNDÜR!