Can Dündar, Cumhuriyet gazetesinde yer alan köşesinde bugün PKK'ye katılan 'Kırmızı fularlı kız'ı yazdı. 'Dağda silahları susturmaya çalışan devlet, o silahı şehirde konuşturuyor bu kez' diyen Dündar, mahkemelerin dağa sevkiyat ofisi gibi çalıştığını söyledi. Dündar, "Poşululara yaptığını, kırmızı fularlılarda tekrarlıyor. Zulmünü yenilere, Batıdakilere de tattırıyor. Orada da kendi düşmanlarını yaratıyor. Hapishaneler, mahkemeler, dağa sevkıyat ofisi gibi çalışıyor. Ve dağa çıkma sırası, Delila’lardan sonra Deniz’lere geliyor."

Can Dündar'ın 'Delila ve Deniz' başlıklı yazısı şöyle:

Bahar gülüşlü Deniz Karacagil’i “Kırmızı fularlı kız” olarak tanıdık.
20 yaşındaydı.
İsmi, Deniz Gezmiş’ten ilhamla konmuştu.
Tıp okumak, doktor olmak istiyordu.
Antalya’daki Gezi Parkı protestolarında gözaltına alındı. Sosyalizm propagandası yapmakla suçlandı.
Eldeki delil, kırmızı fularıydı.
Ağır Ceza’da yargılandı. 98 yıla kadar hapsi istendi.
4 ay tutuklu kaldı.
Sonradan öğrendik ki, PKK’li kadınların koğuşundaymış. Soğuk koğuşta battaniye almaya parası yetmemiş. Kadınlardan biri, battaniyesini kesip onunla paylaşmış. Konuşup tartışmışlar.
Ve Deniz, salıverildiğinde dağa çıkmaya karar vermiş.
Annesine “Beni anlayacağını düşünüyorum” diye yazmış:
“Bir dilek tut diye verdiğin parayı denize atarken, bir gün size geri dönebilmeyi diledim.”
Annesi, “Türkiye benim evladımı kaybetti. İnsanlar artık adaletin kalmadığı bu ülkede kendi adaletlerini yaratmak istiyor” diyor ve ekliyor:
“Ona dağ yolunu açanlar, Gezi’de çocuklarımıza saldıranlar...”

Deniz’in öyküsünü okuyunca Delila’yı hatırladım.
Hasan Cemal’in kitabında (“Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlükleri”, Everest, 2014) tanımıştım onu da…
Lise mezunu, başörtülü, yaşam dolu bir kız...
Sesi güzelmiş çocukken... Saz çalar, Kürtçe söylermiş. Ama kısa zamanda öğrenmiş Kürtçenin yasak dil olduğunu…
15 yaşında “Dörtlerin Gecesi”ni okumuş, Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki zulmü öğrenmiş oradan… Etkilenmiş.
Okulda öğretmeni “Türk’üm doğruyum”u söylettikten sonra “Bugün kaç terörist öldürüldü” diye sorarmış. Bilemeyeni tokatlarmış.
Bir gün öğretmen olan amcası Silvan’da güpegündüz kurşunlanmış; Silvan’daki 2 bin faili meçhul arasına karışmış.
Cezaevindeki kuzeni tahliye olduğu gün, dağa çıkmış.
Delila da ondan 1.5 ay sonra vurmuş kendini dağ yoluna…
Evden çıkmadan ablasına, “Anneme iyi bak” demiş.
2007’de dağda ölmüş Delila; 25 yaşındaymış. 18 ay sonra vermişler cenazesini…
Annesi Gülsüma Ana, “Bütün bu acılardır çocuklarımıza dağın yolunu açan” diyordu kitapta…

Çocukları dağa çıkan aileler isyanda şimdi…
Başbakan’a “Onları bize geri getir” diyorlar; haklılar.
Her ana baba, evladına sarılmak, saçını koklamak, mürüvvetini görmek ister.
Güneydoğu’da bir kuşak, o günleri düşleyerek dağa çıktı.
Bazısı bir şiirden etkilenmişti, bazısı bir ölümden…
Can alıp can verdiler, 30 yıl boyunca…
Şimdi onlar dağdan dönsün, dağlara barış gelsin isteniyor.
Ancak dağda silahları susturmaya çalışan devlet, o silahı şehirde konuşturuyor bu kez…
Poşululara yaptığını, kırmızı fularlılarda tekrarlıyor. Zulmünü yenilere, Batıdakilere de tattırıyor. Orada da kendi düşmanlarını yaratıyor.
Hapishaneler, mahkemeler, dağa sevkıyat ofisi gibi çalışıyor.
Ve dağa çıkma sırası, Delila’lardan sonra Deniz’lere geliyor.
Silvan’dan Gezi Parkı’na uzanan aynı acılar, aynı hatalar, gençlere aynı dağ yollarını döşüyor.

Hiç mi ders almaz bu devletin aklı?
Hiç mi bir şey öğrenmez yaşadığından; hiç mi uslanmaz?
Şiddetin dilinden başka dil konuşmaz?
Silvan’a yaşatılanın sonuçları hiç mi Gezi’ye ders olmaz? Deniz Gezmiş’ten Deniz Karacagil’e kadar geçen 40 senede gençleri anlamayan, “Hürriyet” diyenin canına kıyan o kör inat, hiç mi kırılmaz?
Yapmayın!
Dağlar böyle boşalmaz.