Diyarbakır'da gözaltında kaybedilen Mehmet Demirkıran'ın annesi, oğlunun bir gün dönebileceği ümidiyle yaşıyor. Bir JİTEM'ci, acılı anneyi düğününe çağırma cesareti bile göstermiş.

HAKI ÖZDAL / RADİKAL

İçkale’de ilk kafataslarının bulunduğu 11 Ocak’tan beri İnsan Hakları Derneği’ne 27 kayıp ailesinin başvurusu oldu. İlk başvuruyu ise 1995’ten beri kayıp kardeşinin izini süren Sabahattin Demirkıran yapmış. Bugün Karayolları’nda çalışan Demirkıran aynı zamanda kentteki Talasemi ve Lösemi Hastaları ve Yakınları Derneği’nin de başkanı. Kızı lösemili. Bölgede kime dokunsanız işittiğiniz acı hikâyelerden çok sayıda var onda.

1976 doğumlu kardeşi Mehmet Zafer Demirkıran, 1994’te İstanbul’a geliyor ve ‘tekstilde çalışıyor’ bir süre. Sonra Diyarbakır’a dönüyor. 1995… Tüm bölgenin ve Diyarbakır’ın kaynadığı, alev alev yandığı yıllar. Mehmet politik gösterilere katılıyor. Dağa giden arkadaşları da var. Bunlardan biri de 1995’te yakalandıktan sonra itirafçı olan Mehmet Budak. İtirafçılığı kabul etmek zorunda kalan Budak’ı sorgulayan JİTEM’ciler, ‘ona güvenmek’ için ‘bazı isimler’ vermesini istiyorlar. Ve Mehmet kente döndükten birkaç gün sonra onunla karşılaşıyor. İtirafçı olduğunu duyduğu için gizlenmeye çalışıyor; ama gece 10’da, polis olduklarını söyleyen 6-7 sivil giyimli kişi ailece yaşadıkları evin kapısına dayanınca ‘gizlenemediğini’ anlıyor. Gelin Sabahattin Demirkıran’dan dinleyelim ondan sonra olanları:

Burada bazen tesadüftür
“5 kardeşiz. O gün Ankara’daydım ben, ama bizim herkes evde. Polisiz diyen bu adamlar birbirlerine isim vermeden ‘eleman’ diye hitap ediyorlar. Beni de sormuşlar. Daha önce birkaç kez gözaltına alınmış, Terörle Mücadele’de ağır işkence görmüştüm. Evde olsam belki beni de alacaklardı. Mehmet’i alıp çıkıyorlar, çıkarken de telefon kablolarını kesiyorlar. Çabuk haber vermeyi engellemek istemişler belli ki…”

Ölümün soğuk pençesinden tesadüfen kurtulmuş biriyle konuştuğumu fark ediyorum. “Evet” diyor, “Burada yaşam da ölüm de bazen tesadüftür. İçkale’deki kemikler de tesadüfle bulunmadı mı?”

Bütün bunlar 12 Eylül 1995 günü oluyor. İronik bir çakışma. “Bizim hesabı sorulacak iki tane 12 Eylülümüz var” diyor Demirkıran. Gelenler polis olduklarını söyledikleri için aynı gece karakola gidiyorlar. Diyarbakır’daki tüm polis noktalarını geziyorlar neredeyse. Ama 17 yıl sürecek ‘bizde yok’ yanıtları da o gece başlıyor…

“Beyaz Toros’la götürmüşler kardeşimi. O dönem bu, ‘büyük ihtimal JİTEM’in elinde’ anlamına geliyordu. JİTEM’le ilişkisi olduğunu söyleyerek babamı bulan birkaç kişi ondan para istemiş, ‘bıraktırırız’ demişler. Babam müteahhitlik yapıyordu ve maddi durumu iyiydi. Onlara para da veriyor. Tabii yine sonuç yok. Sonra bazı aracılar kardeşimin Saraykapı’daki JİTEM merkezine götürüldüğünü söylediler. Anam oraya gidip geliyordu usanmadan. Kardeşim silüsünü almıştı ve kısa bir süre sonra askere gidecekti. Kapıdaki nöbetçiye, ‘Oğlum senin yaşındaydı, o da şimdi asker olacaktı’ diyor, yalvarıyor. Sanırım bu asker üzülüyor ve anamın tarif ettiği gibi birinin geldiğini söylüyor. Ama o esnada adının ‘Şeyhmus’ olduğunu söyleyen bir uzman çavuş geliyor yanlarına ve ‘Burası askeri birlik burada tutuklu olmaz, sen karakola git anacım’ diyor. Uzun boylu, temiz yüzlü bir adammış. Telefonunu veriyor, bizimkini alıyor, güvenini kazanıyor. Anam inanıyor bu adama.”

JİTEM’ci düğününe çağırdı
Aslında Demirkıran ailesinin trajedisi tam bu noktada akıl almaz bir hal alıyor. Anne Behiye Demirkıran ‘Şeyhmus’ diye bildiği bu adamı bir süre arıyor, ‘Şeyhmus’ da onu… Bir süre sonra eve telefon edip, “Ben de senin bir evladın sayılırım, nikâhım var sen de gel” diyor. Behiye Ana, oğlundan bir iz bulma umuduyla, ‘bir çeyrek altın alıp’ bu düğüne gitmeyi bile düşünüyor ama büyük oğlu engel oluyor. Ağabeyin, bölgenin acı gerçekleriyle yoğrulmuş sezgisi haklı da çıkıyor. Abdülkadir Aygan’ın itiraflarıyla birlikte bu ‘Şeyhmus’un bir kod adı olduğunu ve düğüne davet eden uzman çavuşun etkili bir JİTEM’ci olan, insanları tellerle boğduğu anlatılan Yüksel Uğur olduğunu öğreniyorlar… “Oğlunun belki de katili olan adam anamı düğününe çağırıyor. Nasıl yapabiliyorlar bunu” diye soruyor ağabey Demirkıran… “Bu adamın kentte bazı insanlarla alkol alırken ağlama krizine girdiğini falan duyduk. Demek onu bile rahatsız ediyordu yaptıkları. Sonra Siirt jandarmada olduğunu duyduk. Sanırım hâlâ görevde. Bir de o dönem yüzbaşı olan bir Zahid Engin vardı, orada görev yapan. Şimdi talebimiz bütün bu sorumluların yargılanması. Sonuçta onlar büyük bir çarkın dişlileri. En üst düzeydeki sorumlular yargılansın istiyoruz. Ağar 1000 operasyon yaptık diyordu. Kardeşim dahil kaç kişinin canını aldılar bu operasyonlarda. Bunların hesabı sorulmayacak mı?”

‘Dualık bir mezar olsun’
Babaları bir süre sonra ‘kahrından’ ölmüş. Behiye Ana 78 yaşında ve her hafta usanmadan Koşuyolu Parkı’ndaki Cumartesi Anneleri eylemine gidiyor. “Ben dönmeyeceğini biliyordum, kardeşlerim de… Yine de ümitsizce bekliyorduk Mehmet’i. 17 yıl, her kapı çalışında, her telefon çalışında ‘O mu’ diye düşündük. Anam öldüğüne inanmak istemedi, hâlâ da döneceğini düşünüyor. Onun yaşadıkları hepimizden zor oldu. Başında dua edebileceği bir mezarı olsun; evlat acısından büyük bu yokluk. Ama şimdi kazılan yerde ama başka yerde; kardeşimin Saraykapı’da olduğunu biliyorum. Sayın Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a sesleniyorum. Bu acıları anlayıp, empati kursunlar bizimle. Sadece cenazelerimizi değil, faillerini de istiyoruz onlardan.”

Aygan: En sadist oydu
Diyarbakır’da Demirkıran ailesiyle görüştükten sonra, ‘Şeyhmus’ kod adlı JİTEM’ci uzman çavuş Yüksel Uğur’la yaşanan olayı Abdülkadir Aygan’a da sorduk. Aygan, Uğur’un Behiye Demirkıran’la konuştuğu sırada orada olduğunu ve olayı hatırladığını belirterek şunları söyledi: “Palulu Zaza bir adamdı bu. O ekibin en etkili ve en sadist elemanıydı. İlk eşi muhafazakâr, dini bütün bir hanımdı. Bunun yaptığı işleri de öğrenmiş olabilir belki. Bu da öğretmen okulundan başka bir kadın buldu. Onunla evlendi o yıllarda. Oraya çağırmıştır. Böyle sadist şeyler yapar arkasından dalga geçerdi. İşkenceden zevk alırdı sanki. Şahabettin Latifeci diye biri gözaltına alınmıştı. O merkezde, tuvalete giderken aynı koridorda olan hücrede Şahabettin’i döverken gördüm bunu. Çocuğun çenesi kırılmış, dudakları yarılmış gibi açılmıştı. Sanki zevk alıyordu yaptığından ve devam ediyordu vurmaya.”