Türkan Elçi, sokağa çıkma yasağının ardından harabeye dönen Diyarbakır’ın Sur ilçesine ilişkin, “Bir zamanların göç mağduru, şimdiki zamanların Sur mağduru insanlar, evlerinin yıkıntılarında birkaç ay öncesine ait hayatlarının izlerini arayıp duracak. Tarih, bu ışıltılı satırlarla yükünü yüklerken, mağdurun gözlerindeki hayata dair ışıltı kör bir kuyuya dönecek. Un ufak olmuş hayatları, avuçlarında soğuk bir taş parçasından ibaret olacak” dedi.

Tahir Elçi’nin “Çatışma istemiyoruz” sesine tanıklık etmiş Dört Ayaklı Minare’nin dört ayağına sıkı sıkıya sarılı çığlığı duymak için minarenin taşlarına sarılacağım” ifadelerini kullanan Türkan Elçi’nin Cumhuriyet için kaleme aldığı, “Bu kaderi değiştirmek elimizde” başlıklı yazısı şöyle:

Tahir Elçi cinayetiyle start verilen Sur çatışmasının ardından günler geceler geçti. Gece gündüz durmadan devam eden, ilk başlarda gök gürültüsü zannettiğimiz, daha sonra yalanı olmayan bir savaşın uluorta yerinde olduğumuzu anladığımız bitmeyen, bir mevsim süren gerçek bir zaman. Bunca gürültü patırtının ardından bir nebze de olsa normale döndü hayatımız. Ama taşımaktan yorulduğumuz ruhumuzun, normale dönmesi mümkün mü bilemem. Benim gibi kaybı büyük bir insanın normale dönmeyeceği kesin. Kesin çünkü önemli uzuvlarını kaybedenler, normal insanlar gibi yollarına devam edemezler, kördürler, topaldırlar.

Savaş artığı mahallelere, sokaklara muhtemelen yakın zamanda yasakların kalkmasıyla vatandaşların girmesine izin verilecek. Korunaklı hayatlarında tumturaklı sözcükler bulup göz boyama gailesi içinde yanıp tutuşanların, yıktılar, harabeler karşısında gözleri yaşarmış gibi olacak. Kameralarıyla, korumalarıyla gelenlerin ceplerinde yazılı replikleri vardır. Replikler ki onları ölümlerdeki paylardan uzaklaştırma çabasıdır.

Yaşamın ağır yükü omuzlarına yüklenen, bir zamanların göç mağduru, şimdiki zamanların Sur mağduru insanlar, evlerinin yıkıntılarında birkaç ay öncesine ait hayatlarının izlerini arayıp duracak. Kalp ile acı arasında kısalmış bir zamanda. Acının en acı olduğu bir zamanda. Mağduriyetiyle tarihin sağır sayfalarına berceste bir satır olacak Sur mağdurları. Tarih, bu ışıltılı satırlarla yükünü yüklerken, mağdurun gözlerindeki hayata dair ışıltı kör bir kuyuya dönecek. Un ufak olmuş hayatları, avuçlarında soğuk bir taş parçasından ibaret olacak. Kendi emeğiyle inşa etmiş olduğu hayatlarının bir moloz yığınına nasıl döndüğünü, kepçelerle çöplüklere nasıl taşındığını keder içinde yine Sur mağdurunun ta kendisi izleyecek.

Kanın bulaştığı daracık kadim sokaklara giremeyecek olanlardan biri de ben olacağım. Ömrünü insan hakları mücadelesine adamış bir adamın, yaşadığı toplumun insanları için huzur, sağduyu, çatışmasızlık isteyen bir adamın kanının bulaştığı daracık eski bir sokağa.

Diyarbakır’ın taş sokaklarına âşık olanlar, geçmiş zamanlarda o sokaklarda farklı ırk ve kökenden gelen insanların bir arada yaşamışlığına şahitlik yapmışlar, maalesef ki yürek acısına dayanamayacağı için o sokakları görmek istemeyecektir. Bir zamanlar masal tadında fırıncının adının Thomas, kuyumcunun adının Dikran, kasabının adının Etyen olmuşluğuna tanıklık etmişlerin şahitliği. Daracık sokaklarda, kocaman yüreklerin beraber ve mutlu yaşayabilmişliğine tanıklık etmişlerin şahitliği. Geçmişin büyüsünün bazalt taşlarda saklı olduğuna, geleceğin de bu büyünün kudretiyle inşa edileceğine inananlar, geçmişin yerle bir oluşuna can sızısıyla tanıklık yapmak istemeyecektir.

Geçmişin yıkıntıları üzerinde mutlu bir gelecek hayal etmenin zorluğuna kanaat getirilince işte o an, umutlar da dar sokaklarda dara girecektir. Dara girmiş bir zamanda şeytan kulaklara fısıldayacak. İnceldiği yerden kopsun, inceldiği yerden kopsun. Ama tarihin ezelinden gelen ruhların azametiyle şeytanın kör gözüne göstere göstere inceldiği yerlere yeniden ipler bağlayacağımızı fısıldamak isteyecek belki de insanlar.

Tahir Elçi’nin “Çatışma istemiyoruz” sesine tanıklık etmiş Dört Ayaklı Minare’nin dört ayağına sıkı sıkıya sarılı çığlığı duymak için minarenin taşlarına sarılacağım. Ne yazık ki bir panayıra gider gibi, insanlık dramının yaşandığı açık hava müzesine doğru, insanlar belki de akın akın gidecektir.

Çoğu insan, yıkıntılar arasına gömülüp kalan kol parçalarının, kemik parçalarının görüntülerini hafızalarından çabucak silip yok edecek. Belleğimizde derin izler bırakması beklenilen hadiseleri, çarçabuk silme maharetine sahip vatandaşlar olduğumuz için, bize her türlü kötülüğü reva görenlerin iştahı, bizim bu eksikliğimiz yüzünden kabarınca işte o zaman umutlarımızın boynu bükülecek. Yetimlik, öksüzlük ve kimsesizlik bu anlarda kendi kendini besleyecektir.

Çaresiz bir halkın munisliği ve mülayimliği halleri de diyebilirsiniz buna. Oysa bazılarının -adı bilinmeyen vicdanlıların- yüreğinden diline uzanan korkulu yolda vicdanla tanışmış sözcükler dökülecek. Yürekle dil arasındaki mesafede mevzilenen korku kısaldıkça insanlığa olan mesafemiz de kısalacak.

Kim bilir belki de “Coğrafya kaderdir” cümlesine olan inançla başlar sunak taşına usulca uzatılacak. Oysa coğrafya kader değildir başkaldırısıyla insanoğlunun yaşam hakkının kutsallığını tekrarlamaktan bıkmayan Tahir Elçi’nin sesi, kulaklarda çın çın çınlayacak.

Coğrafya kader değildir, coğrafya kader değildir. Coğrafyaya, kadere, elimizdeki ipleri gösterip incelen yerleri bağlayacağımızı bir daha tekrarlayacağız. Coğrafyada yaşamak kader olabilir ama o kaderi değiştirmenin bizim ellerimizde olduğuna inanarak elimizdeki ipleri şeytanın kör gözüne göstereceğiz.

Ve Tahir Elçi durmadan bağıracak. Sedasını, Hevsel Bahçesi’ndeki aylarca barut kokusunu solumuş ağaçlar dinleyecek. Hür olmanın kadrine ulaşmış ve hürlüğü cesaretle haykıran Tahir Elçi’nin sesine ses verecek Hevsel’deki yapraklar. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diyecek.