Cumhuriyet yazarı Ahmet Şık, Kadıköy’de arkadaşlarıyla kartopu oynarken camına kartopu isabet eden esnaf tarafından bıçaklanarak öldürülen gazeteci Nuh Köklü'yü yazdı.

Şık'ın "Vasatların iktidarında kötülüğün sıradanlaşması" dediği ve Nazım Hikmet'ten, “En sevdiğim memleket yeryüzüdür, sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi” alıntısı ile başladığı yazısı şöyle:

İki yıllık bir kayıptan sonra üniversite sınavını kazanarak şimdiki adı İletişim Fakültesi olan Basın Yayın Yüksek Okulu'na (BYYO) adım attığım yıl 1989'du. Teknoloji bu kadar gelişmemiş bilgisayar hayatımıza girmemişti henüz. Cep telefonunun gelmesi için daha 7 yıl geçmesi gerekecekti. Caddeler jetonlarla çalışan ankesörlü telefonlarla doluydu. Mektuplara “e-mail” demiyor, kâğıtlara yazıp zarfa konulduktan sonra pul yapıştırarak gönderiyorduk henüz. Yılbaşları ve bayramlardan önce “tebrik kartı” gönderilirdi. Sadece göndermez, o özel günler öncesinde açtığımız stantlarda tebrik kartı satarak harçlığımıza da çıkarırdık. Yaşadığımız çağa kıyasla daha ağır seyreden bir iletişim trafiğiydi evet ama en azından sosyalleşme yüz yüzeydi.

Gençliğin de verdiği bir heyecanla başladığım BYYO'da ilk tanıştığım arkadaşım birkaç ay içinde polisin işkenceleriyle, hapislikle tanışacak olan sevgili Haydar'dı. Haydar'dan sonra yeni arkadaşlıkların devamı sadece BYYO ile de sınırlı kalmayarak geldi. Arkadaş olmamızı dost kalmamızı sağlayan aynı fakültenin dersliklerini paylaşıp koridorlarını arşınlamak ya da aynı üniversitenin kampusunu, yemekhanesini kullanmakla olmadı. Kalbimiz gibi aklımız da solda atıyordu. Bu yüzden fakültelerin öğrenci derneklerinde bir araya gelmiştik. Örgütlü mücadeleyi seçenler olduğu gibi benim gibi herhangi bir siyasal yapıya angaje olmadan dernek çalışmalarına katılmaya çalışanlar da vardı.  “Ahmet arkadaş bu konuda ne düşünüyorsun?” diyerek bizleri “örgütlemeye” çalışan üst sınıflardan arkadaşlarımızla BYYO'nun zemin katındaki koridorlarında volta atıp, kantinde çok konuşmalar yapıldı. Dernek çalışmaları dediğim de benim payıma abartılı bir yan yoktu. Saatlerce süren toplantılara katılıp dinlemek, üniversitenin merkez binasındaki forumlarda ya da bir kaç yürüyüşte yer almaktan ibaret.

Henüz birinci sınıfın sonundayken “stajyer” adı altında gazetecilik yapmaya başlamamın etkisi olmadığını söyleyemem. Ama belki korkularımdan, bir ihtimal devrimci olarak yaşamanın zorluklarını göğüsleyememekten örgütlenmekten uzak kaldım. Evet, korkularım vardı. Öğrenci hareketinin mücadelesine Edebiyat Fakültesi'nden destek veren Murtaza'yı bildiri dağıtırken polis sırtından vurup öldürmüştü. Yine aynı fakülteden Şengül, ertesi gün gideceği 1 Mayıs mitingi için “Parasız, bilimsel, demokratik üniversite” talebini dile getiren pankartı hazırlarken katledildi. Çatışma süsü verilmek için cesedinin yanına bir de silah konuldu. Gözaltında kaybedilen Ayhan ve Ali Efeoğlu kardeşler gibi Hayat da mezarsız ölülerimiz arasına karıştı. Etem, gerilla olmak için gitmeye çalıştığı dağ yolunda katledildi. Emine, Ekrem ve Hamiyet'i teslim alalamadılar. Çatışarak öldürüldüler. Seher'i Mimar Sinan Üniversitesi'nin üçüncü katından aşağıya attılar. Ankara'dan tanımadığımız arkadaşımız Birtan Altunbaş'ın işkencede katledildiği haberlerini gazetelerden okuduk. Metin'i ise gazetecilik yaparken katlettiler. Bir de yıllar sonra, siyasi bağlamı olmayan talihsiz olaylarla yitirdiğimiz Hüseyin, Süleyman ve Vedat vardı. İsmini saymadıklarım da dâhil her birimiz mutlaka gözaltına alındık. Kimimize ajanlık dayatıldı. Kaba dayakla kurtulanlar şanslıydı. Çocuk bedenlerimize dahi işkenceler yapıldı. Parasız eğitim talep etmek, yasal gösterilere katılmak, memleket meselelerine dair düşünmek, kimi zaman puşi takmak, hatta “ideolojik amaçlı” yaftası yapıştırılarak halay çekme gibi en az bugünkü kadar saçma gerekçelerle bir gece evlerden, yurtlardan toplanıp gözaltına alınmanın sonu kuşkusuz hapislikti.

Bir çırpıda aklıma gelen bu isimlerin ve yaşanılan berbat olayların arasına birkaç gün önce Nuh'un kaybı da eklendi. BYYO'dan arkadaşımız, öğrenci derneğinden yoldaşımız, gazetecilikten meslektaşımız. Yitirmediği heyecanıyla, 46 yaşında kartopu oynama neşesine sahip Nuh Köklü. “Keşke rüya olsa” dediği bir kâbusla kopartıp aldılar aramızdan. Gazeteciydi. Solcu ve mesleğinde iyi her gazeteci gibi yine işsizdi. Ülkenin her yerine olduğu gibi Türkiye medyasının da üzerine çöken bu karanlık dönemde “Zulmün ortağı olarak kirlenmemek gerek” diyerek işini korumak zordu elbette. Bu siyasal olarak olduğu gibi mesleki olarak da bir tercihti. Nihayetinde hayatta nerede durduğumuzu, çocuklarımıza ya da sevenlerimize nasıl bir miras bırakacağımızı da bu tercihler belirlemiyor mu zaten? Zor olan tercihi yapmak değil zorluğu göğüsleyebilmekti. O delikanlı çağımızda üzerinde çok düşünüp de verilmiş bir karar değildi elbette. Evet, “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” diyerek bizi uyaran Tezer Özlü'yü de okumuştuk.  Yine de bizi öldürmek isteyenlerin değil, kimsenin kimseyi öldürmediği bize, hepimize ait olmasını savunduğumuz bir dünya hayal ettik. Bir tarafta ezen diğer yanında ezilenin olduğu bir denklemde, herkes için daha adil, daha eşit bir dünya hayali kuranlar için karar vermek zor değildi. Nuh da öyle yaptı. Zor ve çileli ama doğru olanı seçti. Devletin şiddetini de, düzenin bekçiliğini yapan patronun açlıkla terbiye etmesini de göze aldı. Üniversite koridorlarında birlikte mücadele etmişken sonrasında düzenin pislik çukurunda yer alan çakallardan da olmadı. Bu yüzden mesleğe başladığından bu yana geçen 20 yıldan fazla sürede işsiz kaldığı vakitlerin toplamı neredeyse çalıştığına yakın durdu. Sabah-ATV grevinde direnen iki elin parmakları kadar gazeteci kaldıklarında da, hakkını arayanı açlıkla terbiye etmeye çalışan alçakların kapının önüne koydukları arasında yerini aldı. Sendikalı olduğu için işten atılanların ilki değildi, sonuncusu da olmadı. Biliyordu. Korkmadı. Bu yüzden Express dergisindeki söyleşide, “Ben de korkuyorum, sonuçta şövalye değilim ki. İş bulamama korkusunu yaşıyorum. Herkes korkuyor. Buna rağmen birbirimizi koruduk kolladık, birlikte olmaya çalıştık. Bu bir tercih. Biri sormuştu, 'Kardeşim niye illâ ısrar ediyorsun?', dedim ki: Torunuma anlatmak için, ona miras bırakacağım” dedi. Söyledikleri bu kadar değildi. “Neyin ne olduğunu bilen, hatta bir dönem bunun için mücadele eden insanların bizi görmezlikten gelmesi benim canım sıkıyor. Bana üç aydır selâm bile verilmiyor mesela, vebalı muamelesi yapıyorlar. Vicdan körelmesiyle açıklıyorum bu durumu” diyerek işaret ettiği vicdan körlüğünün kendisini nasıl yaraladığını da anlatmıştı.

Nuh haklıydı. Vicdan körlerinin sayısının akıl körlerinden daha çok bulunduğu bir ülke artık burası. Bu yüzden kara kan bulaştı. Nuh öldürüldü. Münferit, tekil bir cinayet değil bu. Mersin'de Özgecan Aslan'ı katleden erkek şiddetiyle, küçücük çocukları gaz fişeği ya da kurşunla, gencecik bedenleri linç ederek öldüren zihniyetle Nuh'u aramızdan alan arasında zerrece fark yok. Evveli var olsa da vasatların el üstünde tutulduğu, kutuplaşmanın keskinleştirildiği nefret ortamı yaratan bir iktidarın elinde kötülüğün bu kadar kolayca sıradanlaştığı bir dönem olmadı. Bir lümpenlik olduğu açık. Ama kuşkusuz ki artık sistematik bir lümpenlik bu. “Asker, polis, hakim, alperen” diyerek esnafına görev tanımı yapan, çocuk bedenlerinin üzerinde tepinen katiller sürüsünü “destan yazan kahramanlar” olarak tanımlayan bir diktatör özentisinin yarattığı bir sistem. İmam böyle olunca sokakları ellerinde sopalar, palalarla dolduran cemaatin linç girişimlerine şaşırmıyor insanlar. Bir yandan Özgecan'ın yaşadığı vahşet üzerinden idam çığırtkanlığı yaparlarken diğer yandan 6 yaşındaki kız çocuklarıyla evlenmeyi vazeden bir sapıklığı meşrulaştırıyorlar. Din tüccarlığıyla soygunlara, yalanlarla talanlara imza atıyorlar. Meşruiyetini çoğulculuktan değil çoğunluktan alan bir güçle tekçil bir yaşam dayatıyorlar. Pespayeliğin sınırlarını zorlayan medya köşelerinde kendisi gibi düşünmeyenlerin biat etmesini isteyen, aksi halde nasıl yok olacaklarını anlatan tehditler savuruyorlar. Bir de bu karanlıktan kendilerine dağıtılan ulufelerle yetinenler, destekleyerek ya da dilsiz şeytan olmayı kabul ederek kötünün ve kötülüğün safında olmayı tercih edenler var. Küçücük çocukların, gencecik fidanların katledilmesine annelerine “yuh” çekerek ortak olanlar, bilin ki her birinizin elinize kan bulaştı. “Çalıyor ama çalışıyor” ya da “Dava için çalıyor” diyerek hırsızlığı aklayıp harama el uzattınız. Lümpenliği sıradanlaştırıp yaygınlaştırarak karanlığa gömen bir hanedanlık mafyasının suçlarına ortak oldunuz. Çok açık bir savaş var artık. Var olmakla ölmek arasında bir savaş. Yolsuzluk, hırsızlık yapanlarla harama el uzatmayanların; talancılılarla çocuklarına yaşayabilecekleri bir doğa bırakmak isteyenlerin; cehalet ve bağnazlığa karşı olanla olmayanların; tekçiliğe karşı çoğulculuğun ezcümle ölüme karşı yaşamı savunanların savaşı. Her ölü bedenle daha da birikmeye devam eden bir öfke kol geziyor artık. Daha dün katledilen gencecik bir kadın için sokaklara taşıyordu şimdi Nuh'un kana bulanmış kartopundan büyüyor o öfke. Ve çok öfke birikti...