Saraylar yapıldı şaşaalı… Cumhurbaşkanı önceki cumhurbaşkanları gibi, öyle Çankaya Köşkü gibi “derme çatma” bir yerde kalamazdı ya… Konforlu, rahat olmalıydı; binden fazla odası, lüks klozetleri, hamamları, saunaları bulunmalıydı. Ve övünülmeliydi meselâ: “dünyada bizim inşa ettiğimizden daha büyüğü yok.”
 
Sarayların duvarları yapısı gereği zaten yüksek olurdu ama bununla yetinilemezdi. Çankaya’daki gibi 450 koruma yetmezdi, her oda için bir koruma polisi konulmalıydı. Çağa ayak uydurulmalı, özel olarak ‘Mobil DF’ diye anılan uydu takip sistemli güvenlik cihazları geliştirilmeliydi. 21. yüzyıl dünyasındaydık, sıradan bir kamera izleme sistemi olur muydu? Hem her yerden “böcekler” çıkıyordu. Önlem alınmalıydı.
 
Öyle bir yere konumlandırılmalıydı ki Saray, tam şehrin merkezine; Atatürk Orman Çiftliği’nin içine. Ot bitmez kervan geçmez çorak araziden bir vaha yaratılarak örnek bir çiftlik kurmanın modası geçeli yıllar olmuştu. Fidan yetiştirmek, ağaç dikmek, bağ bahçe kurmak, ürün almak da neydi? Çiftçilik, tarımcılık, hayvancılık zaten bitmişti.
 
İşte bu minvalde Ankara’nın kalbi olarak bilinen çiftlik “en uygun” yerdi. Ufak yasal engeller vardı. Çiftlik zamanında birinci derece sit alanı olarak tescillenmişti. Aşılmalıydı bu sorunlar derece derece. Doğal sit alanının derecesi birden üçe düşürülmüştü 2011’de. 2012’de Bakanlar Kurulu kararıyla “T.C. Başbakanlık Gazi Yerleşkesi (OGM) Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje Alanı” ilan edilerek imara açılmıştı.
 
Yeşile hayrandık. 2013’te Birleşmiş Milletler Ormancılık Forumu toplantısında “Bütün ağaçlar kesildiğinde, bütün hayvanlar avlandığında, bütün sular kirlendiğinde, hava solunamaz hâle geldiğinde işte o zaman paranın yenilebilir bir şey olmadığını anlayacaksınız” diye dünyaya “mesaj” veriyorduk ama cumhurbaşkanının sarayı için üç beş ağacın lafı mı olurdu. 3 binini keserdiniz, 10 bin ağacı taşırdınız. Binlerce ağacı başka yere nakletmek, o ağaçların yaşamasını sağlayabilmek mümkün müydü? Ziraatçılar ne derdi bu işe? Sırası mıydı şimdi işin uzmanlarına danışmanın? Biz oraya Saray yapıyorduk, Saray.
 
Ama pürüzler bir değildi ki! Mimarlar Odası, Ziraat Mühendisleri Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Çevre Mühendisleri Odası ve Şehir Plancıları Odası tutmuş konuyu yargıya taşımış, Danıştay alanın imara açılmasını sağlayan kararın yürütmesini durdurmuştu. Ankara 11. İdare Mahkemesi doğal sit statüsünün değiştirilemeyeceğine hükmetmişti. İnşaatın durması konuşuluyordu. Meslek odalarına göre inşaat mühürlenmeliydi. Ama Saray neredeyse bitme noktasına gelmişti bile.
 
Bir de Saray’ın kaçak olduğu söylentileri yayılmasın mı?
 
Sanki ortada hukuksuz bir şey vardı. Koskoca Danıştay’ın, İdare Mahkemelerinin, meslek odalarının, bu gazeteci milletinin ve bir kısım muhalifin yaptığına bakın siz hele. Güçleri yetiyorsa yıksınlar idi. Açılışı da yapılacaktı, içine de girilip oturulacaktı.
 
Ama bir yandan da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşıyordu; nasıl etmeliydi? İleriyi görememişiz de adına “Başbakanlık Yerleşkesi” demişiz. Bina derhal Cumhurbaşkanlığı’na tahsis edilmeliydi. Seçimler kazanılmıştı. Başbakanlık’tan Cumhurbaşkanlığı’na terfi edilmişti. O saatten sonra bina kaçakmış, ortada bir hukuksuzluk varmış kim ne diyebilirdi.
 
Başlasındı açılış çalışmaları, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda şöyle gösterişli bir açılış töreni... Ama Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlarının resmî konutu Çankaya Köşkü değil miydi? Kimler gelip geçmişti oradan: Atatürk’ler, İnönü’ler, Bayar’lar, Özal’lar, Demirel’ler, Sezer’ler, Gül’ler… Ülkenin kuruluşundan o güne cumhurbaşkanlarının tümü yani. Milletin “kaderini” belirleyecek hangi kritik kararların altına imza atılmamış, hangi siyasî krizler konuşulmamıştı… Yine konuşulur, yine atılırdı imzalar. Devletin işi imza atmaktı.
 
Ama Yeni Türkiye’nin teamülleri oluşturulmalıydı. Bunun yolu da Saray’dan geçerdi. Reisi ferman yazmayan ülke güçlü olabilir miydi hiç?
 
Peki ya Cumhuriyet? Parlamento? Yasama, yürütme, yargı yani güçler ayrılığı? Hukukun üstünlüğü? Medya özgürlüğü? Akademik özgürlük? Temel hak ve özgürlükler? İnsan hakları? Sendikal örgütlenme? Grev hakkı?
 
Demokra…..
 
Sus!
 
Demokrasiymiş. “Allah’ın lütfu” 15 Temmuz’un hemen ertesi “bayram”ını ilan ettik ya…
 
Açılışı yapalım artık. Saray kaçak değil miydi? Dedik ya hukuksuz bir şey yapmıyoruz!
 
Son dakika: Karaman’ın Ermenek ilçesinde bir kömür madeninde göçük meydana geldi. 26 işçi yerin metrelerce altında mahsur kaldı. 8 işçinin kurtarıldığı maden faciasında 18 işçi için umutlar tükeniyor.
 
Saray’ın açılmasına bir gün kala! Açılış iptal.
 
- Yoksa Saray’ı kullanmayacak mısınız? Yeni Türkiye’nin teamülleri oluşturulacaktı hani.
 
- Sadece açılış yok dedik. Saray’da oturmayacağız demedik. Ama açılışını da yapacaktınız hani! Çankaya’dan Beştepe’ye çağ atlayan Yeni Türkiye’yi kutlayacaktınız.
 
Takdiri ilâhi!
 
29 Kasım akşamı Adana Aladağ’daki Süleymancılar cemaatinin derneğine bağlı yurttaki yangın da bir son dakika haberiyle duyuruldu. 11 çocuk ve bir görevli göz göre göre ölüme gönderildi.
 
Bu son dakikaların son yıllarda en çok duyulduğu ülke burası; eğitim-öğrenim için geldikleri ilçedeki devletin yıkılan yurdundan, yerleştirildikleri cemaat yurdunda alevler içinde yanarak, dumandan zehirlenerek koca tabutlar içinde doğru dürüst yolu dahi olmayan köylerine dönen ölü çocuklar ülkesi…
 
Onların köyündeki ilkokulda tek bir öğretmen var. Sobayı o yakıyor. Hem öğretmen hem de hademe. Çocuklar ise okullarındaki tuvaletleri temizliyor. Hem öğrenci hem de temizlikçi.
 
- Ne olmak istiyorsun?
 
- Öğretmen ya da hemşire!
 
Hiç kimsenin o çocukların hayallerini, umutlarını çalmaya hakkı yok. Ne de yaşamlarını!
 
1 milyar 370 milyon liraya Saraylar yaptınız. Yollar köprüler yaptınız. Güzel güzel devlet binaları inşa ettiniz. Havaalanları yapıyorsunuz. Başbakanlık örtülü ödenekleri alıyorsunuz. Cumhurbaşkanlığı örtülü ödeneği çıkalı bir yılı geçti. Bakanlık bütçelerinden büyük bütçe ayırdığınız Diyanet, müftülük binaları yaptı.
 
Ama ne şu çocuklara eğitimde fırsat eşitliği sağlayabildiniz ne de maden işçilerinin ölmesini, yani iş cinayetlerini önleyebildiniz.
 
Saray’ın adını kelime anlamıyla içinde okullar, kütüphaneler, aşevleri bulunan yapılar topluluğu anlamına gelen “Külliye” diye çevirdiniz.
 
“Külliye” örtebilecek mi çocuk ölümlerini? Yurtlarda yaşanan cinsel istismar, tecavüz vakalarını unutturabilecek mi?
 
Ermenek’te “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” çaresizliğiyle göçen madeni tırnaklarıyla kazıyan anneyi, oğlunun cenazesine yırtık ayakkabılarıyla katılan Recep amcayı hatırlıyor musunuz?
 
Aladağ’daki yurt yangınında kızını kaybeden anneyi duyuyor musunuz: “Zor durumdaydım. Mecburluktan gönderdim. Sorumsuz yurtlara verdim. Büyük kızım yurtta elini yıkarken elektrik çarpmış. ‘Kardeşimi kurtaramadım, ona ulaşamadım yangında’ diyor.”