Sedat Yurttaş / Radikal

Bir hayali gerçekleştirmek için yola çıkan 300 insan. 'Şêx Said'in, 'Bedirxanî'lerin, Mehmet Uzun'un hayalini gerçekleştirmek, post-modern itirazı sorgulayarak anlamaya çalışıyor.

Bir süreden bu yana, görsel ve yazılı basında yer alan haber ve yorumlardan, ‘Mezopotamya Eğitim, Bilim, Sanat, Sağlık ve Kültür Vakfı’nın, bilinir hale geldiği ve dikkatleri üzerine çektiği düşüncesindeyim.

Esasında ‘vakıf’, ilgili kimselerin ve kamuoyunun yakından bildiği bir kavram. Ne de olsa, halen Türkiye’de faaliyet gösteren 4700 civarında vakıf var. Bu anlamda vakıfların güçlü birer sosyal dayanışma ve yardımlaşma kurumları oldukları, Osmanlı’dan devralınan ‘dini’ yönleri güçlü bir geleneği de temsil ettikleri tartışma götürmez. Çünkü, nihayetinde bu işin özü, mal, mülk, para vakfetmeye, kendisinin olmaktan çıkarıp, -ki bu o kadar kolay değil- amaçlanan hizmete/hizmetlere devretmeye, tariflenen kimselerin geniş manada toplumun hizmetine sunma eylemi, meselesidir. Bu itibarla çok sayıdaki vakıftan ancak 78’inin, bugün itibariyle -elbette bu sayı da az değil- üniversite kurmuş olması, -şüphesiz bir zorunluluk- diğer eğitim kurumları yanında, esas olarak ‘üniversite kurmak’ amacında olan ‘Mezopotamya Vakfı’nın, dikkatleri üzerine çekmesinin bir diğer nedeni olmalı.

Belki, daha önemli bir başka neden de her biri kendi alanlarında özel bir yere sahip, yazar, gazeteci, akademisyen, doktor, avukat, eczacı, işadamı, esnaf, siyasetçi vb’den oluşan başlangıçta 248, ancak ilk kurucular kurulu toplantısı ile birlikte, 40 yeni ismin eklenmesiyle 288 kişinin yer aldığı, teknik nedenlerle senette 300 kişi ile sınırlandırılan çok sayıda insanın, bu vakıfta yer alıyor olmasıdır. Bir partinin 30 kişi ile kurulabildiği düşünülürse, sözü geçen ‘insan kaynağı’nın değeri daha bir anlaşılır. Gerçekten de bu husus, başlı başına bir ‘yazı dizisi’nin konusunu teşkil edecek kadar dikkate değerdir.

Vakfın kurulduğu il, kurulduğu coğrafyada 1970’lerden itibaren, dernek olarak DDKD’den (Devrimci Demokratik Kültür Derneği), parti olarak HEP’ten (Halkın Emek Partisi) başlamak üzere, çok sayıda ‘siyasal faaliyetleri’ esas alan dernek ve partiler kurulduğu; kapatıldığı, dağıtıldığı, yargılandığı, yeniden kurulduğu, toparlandığı, büyüdüğü düşünülürse, ilk ve son amacı ‘eğitim’ olan bu kurumlaşmanın anlamı daha bir anlaşılır.

Bu husus senedin ‘amaç’ maddesinin ilk fıkrasında; ‘Eğitim, bilim, sanat, sağlık ve kültürün her dalında kendisini geliştirmeye, yeteneklerini sergilemeye istekli gençlerimizin, özgürlükçü, çağdaş, yenilikçi bilim ve sanat anlayışına, inceleme ve araştırma yeteneklerine sahip; evrensel düşünebilen, düşünce ve ifade özgürlüğü yanında, coğrafyamızın çok dilli ve çokkültürlü yapısını esas alan; etnik, dil, din, cinsiyet, kültür ayrımcılığı başta olmak üzere her türlü ayrımcılığı reddeden; bilimsel bilgiye dayanan, aydın bireyler olarak yetiştirilmelerine katkı sunmak’ olarak ifade edilmiştir.

Bu nedenledir ki vakfın mütevelli heyeti başkanı olan ve uzunca bir süre TTB genel başkanlığını da yapmış olan Dr.Selim Ölçer, verdiği bir röportajda; “Eğitim dilinin Kürtçe olması planlanan üniversitede Türkçe ve İngilizcenin yanı sıra, ilerleyen süreçte Ermenice ve Süryanice eğitim verilmesi de planlanıyor” demektedir. Senedin gerisini merak edenler, bir senet örneğini temin edebilirler. Çünkü bu ‘ilk’in, ilk olarak kalmayacağı, bir tür ‘tohum’ görevi göreceğini öngörmek, hiç de kehanet değil!

‘Dünyanın ilk üniversitesinin, Harran’nın kurulduğu coğrafyadan adını alan vakıf, tam bu nedenle ‘iki nehir arasındaki ülke’nin, ‘Dicle ve Fırat arasındaki coğrafya’nın, kadim Kürdistan’ın dününe bugününe ve yarınına yaraşır bir eğitim sistemini kurmak, gelecek kuşakları yetiştirmek ve dünya bilim ailesinin eşit, değerli bir üyesi haline getirmeyi hedeflemektedir. Herhalde ancak bu yolla ‘sibernetiğin babası El Cezerî’ gerçek değerine ulaşır. Ancak o zaman ‘Medresa Sor’ (Kırmızı Medrese) yeniden canlanmış olur.

Birkaç on yıl sonra, kimsenin ‘Oxford, Sorbon ya da Harvard mı vardı ki?!..’yle başlayacak hayıflanma cümleleri kurmayacağı bir eğitim kurumlaşmasını, insan yetişmesini hedeflemek bir hayal olmaktan çıkmalı/çıkıyor. Çıkmak zorunda. Naçizane, kuruculardan biri olarak, neredeyse hep birlikte ve sıkça söylediğimiz gibi: “Kolay olmayacak, ama başarmak zorundayız!”

Şüphesiz, henüz vakıf için en önemli işin, olmazsa olmazı olan, diğer yandan da ancak ve sadece bir araç olan ‘para: mal, mülk’ henüz –yeterince- yok. Ama hepimiz Arşimet’in ünlü sözünü biliyoruz. “Bana bir dayanak verin, dünyayı yerinden oynatayım!”

Çünkü nihayetinde en büyük değer, parayı da malı mülkü de yaratan insan emeğidir. Bu emeği vermeye hazır ‘birikimini ve zamanını’ daha şimdiden vakfetmiş 300 insandan söz ediyoruz.

Çalışmaya çok büyük değer atfettiklerini belirtilen BDP Eşbaşkanları Gültan Kışanak ve Selahattin Demirtaş, çalışmayı ‘Barış/çözüm sürecinin değerli bir meyvesi gibi’ sürekli bir çabanın sahibi olarak, katkı sunacaklarını söylemekle kalmamış ve fiilen gerçekleşmesinde gönüllü olmuşlardır.

Yine, kuruluş sırasında ziyaret ettiğimiz Tarım Bakanı Mehdi Eker açık destek verirken, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da “Böylesi bir çalışmanın her aşamasında yanınızda olacağız” diyerek, uzunca sürebilecek formalitelerden kurtulmamızı sağladılar.

Adı geçenler arasında, sürekli desteğini ve kurucu olma kabulünü veren DTK Başkanı Ahmet Türk, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir gibi, birikim ve zamanının yanı sıra, ‘40 yıldır tanımsız acılarla yoğrulan coğrafyanın şekillendirdiği kurumsal yapıların’ temsilcilerinin, böyle bir hizmete sunduğu/sunacağı zemine dair değerleri de daha baştan vakfın değerler hanesine kaydetmek, büyük bir moral başlangıç olmalı.

Bir hayali gerçekleştirmek üzere yola çıkan 300 insan! Yükleri ağır. Ama bir o kadar onurlu. Ne de olsa hedef, Diyarbakır meydanında asılan ‘Şêx Said’in de sürgünde yaşamlarını yitiren ‘Bedirxanî’lerin de yine sürgünde yakalandığı kanserden adeta ölüme terk edilmişken, Amed’de 1 yıl 3 ayı aşkın bir sürede, son ana dek aşkın bir şekilde sahiplenilen ‘Mehmet Uzun’un da hayalini gerçekleştirmek.

Şüphesiz, bugün de mezarı bilinmeyen ve üç dilde üniversitenin daha 20. yüzyılın başında Van’da kurulması için çaba harcayan, bu nedenle dönemin yöneticisi zalimlerden deli muamelesi gören, ‘Bediüzzaman Saidi Kurdî’nin de hayalini gerçekleştirmek anlamına gelecektir.

Geçen hafta içinde, dostum PEN Uluslararası Yönetim Kurulu Üyesi ve Türkiye Merkezi Başkanı Tarık Günersel’in aracılığı ile tanışıp, sohbetinden büyük zevk duyduğum, Araştırmacı-Yazar Ali Narçın’ın Mezopotamya Üniversitesi bağlamında ifade ettiği gibi; “Yıllardır uygarlıklar üzerinde çalışmalar yapıyorum. Asur, Aztek, İnka, Maya, Sümer, Hitit, Urartu, Mısır ile ilgili yayımlanmış kitaplarım, makalelerim var. Bu konularda konferanslar veriyorum. Mezopotamya kültüründe göze çarpan ‘Gılgameş, Hammurabi’ gibi sözcüklerin Kürt diline ait olduğunu görüyoruz… Nasıl ki sentetik bilgilerle yoğrulmuş Türk tarihçileri Maya Kızılderililerinin soylarını birkaç sözcük adına Türklere dayandırıyorlarsa; Kürtlerin özellikle yaşadıkları Mezopotamya bölgesinden çekilip, kopartılması tamamen siyasal bir hatadır. Uzun süredir Kürt tarihi ve aşiretleri üzerinde önemli bir kitap çalışmam var. 1500 sayfayı aşan çalışmamı sonuçlandırmak adına, aşiretlerin son durumlarının tespiti için Kürtlerin yaşadıkları bölgeleri inceliyorum. Mezopotamya bölgesinde yaşayan uygarlıklarda Kürtlerin izlerine rastlamak için özellikle Kürt arkeologların, yazıtbilimcilerin ve çiviyazısı çevirmenlerin olmasına önem göstermekteyim. Diller konusunda yabancılık çeken arkeologların kodlama sisteminde tahmini çalışmalarında bir hatanın olduğunu düşünüyorum. Ancak henüz bulunmamışlar bir yana, bugüne kadar bulunan tabletlerin hiç olmazsa bir bölümüne ilişkin çözümlemelerin, yorumların dönemsel siyasal, sosyal, hatta ekonomik etkiler altında yapıldığını söyleyebilirim. Bu da tarihin yanlış okunması, yazılması sonucunu doğurdu. Bu nedenle çalışmanız çok önemli. Kürtleri çok yakından ilgilendiren Mezopotamya menşeli tabletler dahil, Hititler, Huriler, Luviler ve Urartu tabletlerinin de yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bunların mantıksal çerçeveler içinde incelenmesiyle gerçekten de ‘Mezopotamya tarihi yeniden yazılacak’tır!”