İnsan, yaşamın ırmağına bir cemre gibi düştüğünde sınırsızlık ve sonsuzluk konçertosunun ezgisiyle mırıldanır ilk yeryüzü sözcüklerini. Anne sütünün beyazı kadar aydınlık ve geniştir baktığı ufkun geri dönülmezliği. Bu derinliğin içinde ilk kez yaşamın muştuladığı rengârenk gökkuşağının altında öğrenir dirimin tadını. Elleri börtü böcek, üstü başı reyhanların buğusu, sonsuz sanır yaşamın kısacık yeryüzü konukluğunu.

Aşık Veysel’in söylediği gibi iki kapılı hanın girişinden başlayan yolculuk bu hanın labirentlerinde nice kaygıların tutsağı olarak sürdürür çıkış kapısına doğru bilinmez yolculuğunu. Güney’in küçük bir köyünde, zeytin, incir ve portakal ağaçlarının kucakladığı bir kerpiç evde, anamın dediğine göre pamuklar kalktığında yağan ilk yağmurlarla, dünyaya merhaba demişim. İyi ki de gözlerim görmüş o büyük ormanların uğultusundaki günlerce süren yağmurların o gözlerdeki yeşil buğusunu. İyi ki de nenelerimden dinlemişim karlı dağların Torosların dirimi muştulayan türküsünü.

Yaşamı kucaklayan dirimin karşıtı ölümle ne zaman tanışmıştım? Bilinçaltımda hiç unutamadığım bir volkanın gürlemesi gibi duran o izlenimler sanırım beş yaşıma ait. Güney’de dut ağacının dallarında ağustos böceklerinin yana yana tükendiği uzak bir zamandı. Akşamın koyuluğu çökerken evlerin yoksul sofralarına bahçemizdeki köpeğin havlamalarıyla irkildik, telaşlandık. Bahçeden hızlı adımlarla gelen akşamın karanlığından daha kara bir haber taşıyan gölge, kapıya eliyle vurarak uzun uzun seslenmişti. Anam kapıya çıkmış, kendi köylüsü olan İsmail, ona ayaküstü bir şeyler mırıldanmıştı. Konuşmalar bize duyurulmak istenmese de telaşından kötü bir haber getirdiğini anlamıştık. Sofrayı öylece bırakıp yalın ayak yola çıkmış, dedemin köyüne doğru ay ışığı altında yola koyulmuştuk.

Gecenin karanlığını aydınlatan ayın şavkında Anamla, İsmail dayının konuşmalarına kulak kabartıyor olağanüstü durumun nedenini kız kardeşimle anlamaya çalışıyorduk. Pamuk tarlalarının kenarından ayaklarımıza çakırdikeni bata bata, hiç acı hissetmeden su arklarının bazen içinden bazen kenarından yol alıyorduk. Dedemin köyüne varmak için yolun en sonunda büyük bir ormandan geçmemiz gerekiyordu. Sığla ağaçlarının olduğu boşluğa yönelince ansızın ortaya çıkan serinlik ürpertmişti bizi. Yaz sıcağının kavurduğu ovada gecenin içinden sığla ağaçlarının reçine kokularıyla adeta serinlettiği dipsiz bir yol açılmıştı önümüzde. İsmail dayının elindeki gemici fenerini ormanın içine girerken yaktığını gördüm. Ay ışığının uzağına düşen boşluğu gemici feneri aydınlatmaya başlamış, fener elde sallandıkça sızan gaz yağının kokusu genzimizi yakmıştı.

Karanlığın içinden gelen gece kuşlarının çeşitli makamlardaki seslerine aynı ritimle çakallar yanıt veriyor, kalbimizin tıpırtısı pınarlardan çıkan suların sessizliğine dökülüyordu. Nihayetinde dedemin evine ulaştığımızda durumu fark eden anam bağırmaya üstünü başını yırtmaya başlamıştı bile. Bir yandan da, İsmail Efe hani babam hastaydı, diye saflığına isyan ediyordu. Hemen önümüzde çizgi haline gelen uzun bir koridordan apar topar kalabalığın içinden geçerek ağıtların yakıldığı eve girdik. Dedemi büyük bir döşeğin üzerine yatırmışlardı, anam odaya girer girmez feryat figan sanki bize ait olmayan başka bir ölüye sarılmış, etrafındakiler tarafından zar zor ayrılmıştı babasından.

Bir gün sonra ölüyü yattığı yatakla birlikte çıkarıp dışarıdaki ahırın önündeki masada, yuğdular çığlıklar arasında. Anamın içinde hep ağır bir acı olarak kaldı babasının kalp kriziyle ölümü. Bizim de ölümle tanıştığımız, yokluğu ilk sorguladığımız bir yaşam dersiydi mutlaka alınması gereken.

Dedem, Sabri Kahvesi’nden atıyla dönerken kendi tarlasının kenarına atından zor bela inebilmiş oracıkta kalp krizi geçirmişti. Atı ölünün başında uzun süre beklemiş sonra boş bir eyerle eve dönünce köydekiler onun geçebileceği bütün yol güzergâhlarını aramıştı. Onlarca köylünün katıldığı aramaların sonunda düştüğü yerde eli sol göğsünün üstünde kaskatı bulunmuştu. Eve gelip haber veren Arap atından daha sonra hiçbir iz emare yoktu ortalıkta. Sanki at, yer yarılmış içine girmiş, kuş olup uçup gitmişti bilinmeze. Cenaze işlerinden sonra günlerce at aranmasına rağmen bulunamamış. Köylülerin dediğine göre sahibini çok sevdiği için kırklara karışmıştı, aramak boşunaydı. Sonraki yıllarda Çolaklar ormanında, Aktaş’ta muhtelif yerlerde görüldüğünün haberi gelmesine rağmen atı yakalayıp getirmek mümkün olmadı. At dedemin ruhuyla kanatlanıp sanki dağlara doğru eşkıyaların diyarına, ölümsüzlüğe yol almıştı.

Bal Memed’in çok sevdiği atı, hep düşsel bir kahraman olarak kaldı o günlerden bu güne. Çocukluğumdan gelen bir inançla hala bakıyorum çıkar gelir diye sokak lambasının aydınlattığı insansız ve anlamsız sokaklara.

Bir gün, neden olmasın? Ölüm varsa dirimin karşısında sonsuz düşlerimiz var sınırları zorlayan ve gerçekliği yıkacak olan.