Köy düğünlerine ait ilk izlenimim beş altı yaşlarına ait. Bir yaz günü yıldızlı gecede Çocuk Hüseyin’in düğünü vardı. Yakın komşumuz olan Çocuk Hüseyin, babasını küçükken kaybetmiş, belki de “Çocuk” lakabı babasız büyüyüp hep çocuk kalacağı düşüncesiyle verilmişti isminin önüne. Askerlik dönüşünün ilkyazında akrabaları tarafından görkemli bir düğünle imece usulü evlendirilmişti.

Davul zurna erkeklerin olduğu bölümde usul usul kıpırdanmaya başlamıştı. Zurnacı ağzını öyle şişirmişti ki sanki avurtları patlayacakmış gibi, şiştikçe şişiyordu. Davulcu gökyüzündeki yıldızları tokmağının ucunda zıplatacakmış gibi ritim tutuyor, Ağustos böcekleri de davul zurnayla inatlaşırcasına kesik kesik armoniye notalarını nakışlıyordu. Bu dağınık, doğaçlama akışı seyrederken ortalıkta birden bire koşuşmalar başlamıştı. Bağırtılar küfürler, davul zurna sesi arasında dağılıyordu evrene. Kalabalığın arasında seçemediğim bir adam az ileride avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

-Yanıyoom ülen, bırakın beni!

Daha sora anladım ki babammış bu onca telaşın patırtının nedeni. Düğün sahipleri onu portakal ağacının altındaki masaya oturtmaya, sakinleştirmeye çalıyordu.

-Turgut Efe tamam, bir yanlışlık olmuş, arkideşler sırayı karıştırmış. Vallahi bir şey yok. Şimdi çık sen dön bir Kerimoğlu ne fark eder?

Babamın içkinin tesiriyle yüzü kızarmış, canavarlaşmıştı adeta. Ağıza alınmayacak küfürler ediyor, düğün sahipleri yalvar yakar onu ikna etmeye çalıyordu. Babam:

-A..na korum ülen bu düğünün, dağıtırım, diyordu.

Düğün sahipleri yakın akrabalarımız olduğundan, bu işin tatlıya bağlanmasını istiyor: ”Bu düğün senin, elin değil” diyerek ikna çabalarını sürdürüyordu.

Bizi elimizden sıkı sıkı tutan anam, kadınların olduğu yerden öylece bakakalmıştı. Babamın yanına yaklaşamıyordu bile. Ortalıkta düğün dernek kalmamıştı. Davul zurna susmuş, kadınların olduğu bölümde, şehirden getirilen ince çalgı da karmaşadan yararlanarak sıvışmıştı.

Bir zaman sonra babam sakinleşti. Kavganın etkisiyle korkan davul zurnacı tekrar sahneye davet edildi. Bu boşlukta içkiyi deviren zurnacı, topal ayağını sürükleyerek meydana geldi. Zurnayla davulun kardeşliyle evreninin boşluğunu göçerlerin avazı doldurmaya başladı. Davul zurna çaldıkça gecenin doruklarına tüneyen şahinler, atmacalar havalanıp dağlara doğru kanat vurdular. Portakal ağaçlarının turuncu sessizliğinde dağılıp silikleşti lekeleri. Sıfır tıraşlı halimle bakakaldım ardından, gri bulutlara, kahverengilere, allara karıştım. Çoban ateşleri ezberletti Torosların kadim alfabesini, pürenlerin kokusunu, çam ağacının uğultusunda soluklandım. Yoruldum bir çığlıkta yamaca düştüm.

Babam sahneye çıktı. Davul zurnanın ritmine uydurdu ayaklarını, kalbini. Kerimoğlu Zeybeği’nin tok ezgisiyle çınladı gök kubbe. Babam bir ıslık olup akmıştı portakallıklardan evrene o gece. Kendinden geçmiş, diziyle gündüzün ısıttığı toprağı dövüyor, yanı başındaki günlük ormanlarından da gümbürtüsü duyuluyordu sanki. Sanki pamuğun beyazındaki çocuk düşlerine çiy düşüyordu yürekleri ürperterek.

O senfonik geceyi hiç unutmam. Yıllar sonra delikanlılık çağında öğrendim. Zeybek oynamanın Efe’nin ağırlığına bağlı bir sıralamaya tabi olduğunu. Öyle davul zurna çalınıyor diyerek her isteyenin ortaya çıkıp zeybek oynayamayacağını. O gece, Omar’ın kendini biraz da ispatlamak amacıyla davul zurnayı kesip istediği bir parçayla zeybeğe durmak istediğini. Babamın köyün en afili delikanlısı olarak Zeybek oyununda atalardan dedelerden öğrendiği usule uyulmadığı için bu kadar çok sinirlendiğini. O gece Omar’ı bir yumrukta yere devirdiğini, delikanlının ağzı burnu kan içinde fazla hırpalanmadan kurtarıldığını gördüm.

Ben hayatımda babam gibi zeybek oynayamadım hiç; fakat babam gibi yürekli olmaya çalıştım hep. Bir zeybek oyununda bile haksızlığa tahammül edemeyen babamın peşinden gittim. Pek ayarım da olmadı, ne kadar sakin olmaya çalışsam da haksızlıkların karşısında bilmediğim bir öfke kendiliğinden damarlarıma, hırsla yürüdü. Yayla yollarında yürüyen develerin çanları, kalp atışlarıma kardeş oldu.

Şimdilerde yolum düşerse mutlaka geçerim Çocuk Hüseyin’in evinin önünden. Babamı hatırlarım davul zurnanın önünde onun yıldızları titreten diz vuruşunu. Ve bir kez daha anlarım zeybek oynamanın bir olgunluk ve ruh işi olduğunu. Bu ruha sahip olmayanların ne kadar uğraşırsa uğraşsın zeybek oynamakta yetersiz olduğunu, zeybek oyunuyla oynayanın karakter ve duruş bakımından gerçek yaşamda da örtüşmesi gerektiğini ve bunun da işin püf noktası olduğunu.

Kerimoğlu zeybeğini duyunca anlarım ki düğünler bir toplumun tarih sahnesidir. Bu renkli ve karmaşık sahnede adaba usule uyulması gerektiğini herkesin bilmesi gerekir. Düğünler toplumların her şeyini paylaştıkları ve dönüştükleri bir büyük gösteridir. Hayat denilen sahnede de doğal akışı içinde adalet duygusunu takmayanları, bir yumruğun bir gün mutlaka tuz buz edeceğini geçmişten gelen tecrübelerle ön görebilirim.