Constantin'e 1996 senesinde öğrenci olarak geldim, tabi Qers'in bir köyünden gelmişsin bu kocaman  şehre!
Dünyanın bir ucu, ya da sonu, belki de dünyanın merkezi...
Çok şehir gördüğüm de yoktu elbet, yatılı okulun altı senelik işkenceleri arasındaki sınavlar sayesinde ArızıRomu'da görmüştüm...

Kendime dışarıdan bakmayı merak ve keşfediyorum tabi...
Diğer yandan zamanda ciddi bir yolculuk yapmışsın, o zamanlar zaman makinesi belki filmlerde icat edilmiş ama ne kuantumu bilen var ne de Stephan Hawking biliniyor tarafımızdan, Aynştayn henüz olmakta...

Ancak Constantina Polis'i, yani Stenbol'un sur içini, gezdiğim vakit dünyanın merkezinde olduğum hissine kapılmıştım, İstanbul'un o eski ve kadim sokaklarında yürürken en çok gözlerim ve kulaklarım açıktı; rengarenk bir evrendi benim için, dünyanın bütün dilleri dolaşıyordu sokaklarda (resmi ideolojiye ters farzedilmiş kendi dilimi de henüz keşfetmek üzereydim), ben diyeyim fransızca siz deyin ispanyolca, ben diyeyim alamanca siz deyin katalonca, ben diyeyim persçe siz deyin arabica, ben diyeyim dil dil üstüne, siz deyin dünya, dahi Erzurumcaya da o kadim sokaklarda sıkça şahit olmuştum...

Tabi Karslıların kapısından giremeyeceği işçi arayan fabrika ilanlarını da duymuşluğum vardı...
Dahi Kardukların kuyruklarının olduğuna dair hikayeleri anfideki Trakyalı mavi gözlü kızdan da işitmiştim, onun Türkisi biraz aksan yüklüydü, Aşil sevsin onu, ben Karslı olduğumu söylediğimde pek ala hayret edip inanmamıştı...

Neyse ve velhasıl;
Aradan yirmi bir sene geçmiş;
Bir bayram vesilesi, bir akraba ziyaretine gidebilmek için basit bir betondan mezarlık olan İstanbul'un kıskanılan trafik terörünün içinden otuz dakikalık yolu iki buçuk saate kat ettik şükür ki...
Ama eşeklik bende işte, mahalleye yaklaşınca sordum evde olup olmadıklarını, evde değillermiş...
Dönüşü daha beterdi kıskanılan duble muble yolların...
...
Tabi sur içini bilirim, hatırımdadır hala...
Arabayı vapura yükleyelim dedim, kestirmeden denizi de solumuş oluruz, mavinin ve suyun da hatırı kalmasın bizde...
Sirkeci'de sirke satıyormuş mübarek, birkaç kilometre tırımbel kuyruğu!
Dabi dabi, kutsal demokrasilerde çareler tükenmez kalem, artık işin zevkini çıkarmak gerek...

Nazım'ın yapraklarına sığındığı bir ağacın gölgesi geldi aklıma, hem güller de olabilirdi o kadim sarayın yan bahçesinde...
Hem biraz kıskanılırdık belki, trafik terörü biter de yükümüzü bir mavi vapura yükleriz diye...
Maaile daldık hane içine...

Boşuna dememişler ''incir ağacı düşmanın hanesinin dibine'' diye...
Ne sarayın burnu kalmış ne de gülün parkı!
Tabi parkta yığınla insan var, yığınla şekli şemal...
Ama hepsi birbirine benziyordu neredeyse, hani konuşulan dilleri toplasam en çok üç dil ederdi!
Arabicanın halleri, Türkik dilllerin kıymetleri, Persi dillerin türevleri, arada bildiğimiz İstanbulica...
...
İstanbul çok değişmiş, gördüğüm bu (ama Constantin'in altmış, yetmiş ve seksenlerini yaşayanlar başkaca bir tablo çiziyor, yeşil çam gibi mübarek, yani benim gördüğüm o doksan altılı tabloda Istanbul çoktan bitmiş...neyse)...

Artık Stenbol'un dünyanın merkezi olmadığını iyi biliyorum,
İstanbul bütün savaş mağdurlarının, bütün aç ve açıktakilerin çaresiz olarak sığınıp sığlıklaştırdıkları kıytırık ve kıyı köşedeki bir şehirdir artık!
Hem kendisi de açık bir beton mezarlıktır bu şehrin, sanırım bir süre daha böyle gider şu eşsiz kıskanılmak paranoyası...
...
Yani, ev sahibi incir ağacını kendi ocağına kendisi diker...
Biz mehteri verelim; rabia ya da arba sevsin sizi...
Wahed, neyn, teleth.. tek eksik hatiptir bu topraklarda...
Bundan sonra bu şehrin üstüne şiir yazmaya girişmek Sur'a ihanettir, incir ağacına bel vermektir!
...