Mahkemenin vicdan sahibi herkesi isyan ettiren kararı, Hrant Dink’in AKP iktidarı zamanında kim bilir kaçıncı kez öldürülüşüydü. Sanıkların mahkemedeki cüretkâr, insanlık dışı tavırları, Dışişleri’nin AİHM’de yaptığı utanç verici savunma, AKP hükümetinin yüksek rütbeli polislerin soruşturulmasına izin vermemesi, hatta onları terfi ettirmesi, Hrant Dink’i tekrar tekrar öldürmekti. Bunların hepsinde bu otoriter Türk-İslam sentezci hükümetin açık sorumluluğu vardı. Dolayısı ile bütün bu yaşananlar düşünüldüğünde, bazılarının samimiyetle, bazılarının ise hükümete toz kondurmamak için sorduğu “AKP, kendini devirmek amacı ile işlenmiş bir cinayeti neden aydınlatmıyor” sorusu hem fazla safça, hem de Hrant Dink’e büyük haksızlık… Çünkü bu “saf” soru AKP üzerine odaklanıp, Hrant Dink’in bir Ermeni olduğu için öldürüldüğü gerçeğini unutturuyor. Dahası, iktidarın kontrolündeki kimi devlet görevlilerinin kasıtlı/ kasıtsız ihmallerinin ve sorumluluklarının da unutulmasına vesile oluyor. Oysa tetikçiden tetiği çektirene ve tetiğin çekileceğini bildiği halde göz yumana bütün suçlular bulunmalı ki bu cinayet aydınlanabilsin… Ergenekon ile ilişkili olanlar da, asker içindekiler de, polis içindekiler de, MİT içindekiler de, nefret suçu işleyerek bu cinayetin ortamını hazırlayanlar da… Dolayısı ile bırakın cinayetin aydınlatılması için adım atmayı, yüksek rütbeli bürokratların soruşturulmasına dahi izin vermeyen bu iktidar ve ona toz konduramayanlar, “bu cinayet hükümete karşı işlendi” diyerek sorumluluktan kurtulamaz.

 

Bütün bu gerçekler ortadayken, Etyen Mahçupyan İMC TV’de katıldığı bir programda, akıl almaz bir biçimde “Kürt meselesi olmasa veya çözüm yolunda olsa AKP daha iyi işler yapardı. PKK ve Kürt meselesi olmasaydı Hrant Dink davasında daha cesur karar verirdi” deyiverdi ve Demokrat Haber’in çok haklı başlığı ile “Hrant Dink’i mahcup etti.” (http://www.demokrathaber.net/medya/etyen-hrant-dinki-mahcup-etti-h6377.html )

 

Bu tespitler karşısında, insan Nasrettin Hoca’nın o meşhur sözünü hatırlıyor: “Hırsızın hiç mi suçu yok?” Polislerin, bürokratların soruşturulmasına izin vermeyenlerin, Hrant Dink’in öldürülmesinde ihmali olan polisleri terfi ettirenlerin hiç mi suçu yok? Peki, Bu 301 hangi iktidar döneminde bu toplumun başına bela edildi? Onların günahlarını dahi “PKK ve Kürt meselesine” yüklemek hangi demokratlıkla bağlaşır.

 

İşin kötüsü Mahçupyan burada da durmadı. Zaman gazetesindeki köşesinde 2 Şubat 2012 tarihinde “Hrant’ın Arkadaşları” ve aynı gün Today’s Zaman içinde “Hrant’s Parasites” adlı yazılar yazdı. Adı bile terbiye sınırlarını zorlayan, Hrant’ın Parazitleri yazısındaki, Ahmet Şık ve Nedim Şener’e yönelik cemaat-iktidar koalisyonunun yandaş medyasındaki ezberlerin tekrarını ciddiye almaya gerek yok. Ancak otoriter rejimin anti-demokratik olduğu herkesin malumu olan yöntemleri ile hapse atılan ve özgürlüklerinden mahkûm edilen iki insana saldırmak için “iç dünyalarındaki derin zayıflıklar” gibi ifadeler kullanması, Mahçupyan’ın artık etik bir ölçüsü kalmayacak kadar taraf olduğunu gösteriyor. “Hrant’ın Arkadaşları” yazısı İngilizce yazılmış olana göre daha ölçülü olmakla birlikte aynı tarafgirlik ile malul… Mahçupyan ısrarla Hrant Dink’i solculuğundan arındırmaya çalışsa da, ne Hrant’ın yazdıkları, ne söyledikleri Mahçupyan’ı doğruluyor. Bercan Aktaş’ın Agos gazetesinde çıkan “Hrant Dink ve Sol” yazısı Hrant’ın sol konusundaki fikirlerinin güzel bir derlemesi (http://www.demokrathaber.net/hrant-dink-ve-sol-makale,3696.html )ve Mahçupyan’a cevabı da yine Hrant veriyor:

 

“Sol ölmedi. Sol sadece olması gereken organizasyonunu gerçekleştiremedi, hepsi o kadar. Yok eğer sol çürük bir söylem idiyse, bugün onun savunduğu görüşler niçin en muhafazakâr kesimlerin bile sermayesi oldu, söyler misiniz? Solun öldüğünü, yenildiğini ve artık bittiğini söyleyenler, içine düştükleri paradoksu iyi değerlendirmeliler. Solun ölmesi mümkün mü?”

 

Mahçupyan’ın, Hrant’ın soldan uzaklaştığını göstermek için sunduğu gerekçelerden biri de, Hrant’ın AB'ye üyeliğin hararetli takipçisi ve destekçisi olması. İşte burada Mahçupyan’ın Türkiye soluna ilişkin bilgisizliği kendisini vahim bir hataya sürüklüyor. Oysa, soldaki tartışmalara biraz aşina olsaydı, ÖDP içerisinde AB konusunun muazzam bir tartışma yarattığını, bu tartışmada AB’ye açıkça evet diyenlerden, o dönemdeki adlandırmayla ‘havet’ diyenlere ve açıkça hayır diyenlere kadar çeşitli kanatların oluştuğunu ve hepsinin de argümanlarını sosyalist bir perspektif ile savunduklarını bilirdi. Yine, bugün EDP’nin bu konuda çok net bir tavrının olduğundan haberdar olurdu. (Burada yeri gelmişken sola yapılan genel bir haksızlığı da vurgulayalım. Alametifarikası tektipçilik olan cemaatlerin, milliyetçi muhafazakar siyasi grupların, ya da zamanında dogmatik Stalinistken, şimdi dogmatik liberal olanların, bütün solu tektipçilik ile eleştirmesi trajikomik oluyor).

 

Mahçupyan, sola karşı öylesine takıntılı ki, Hrant’ın mahkemelerine gelen, adaletin gerçekleşmesi için mücadele eden solcuları, sosyalistleri suçluyor: “Hrant'ın arkadaşları ise onları kuşatan kavruk solculuğun içine sıkıştılar. İçi boşalmış, siyaset aracı kılınmış bir sol bakışın marazi laiklikle özdeşleşme eğilimini muhtemelen idrak etmelerine rağmen bu gidişi engelleyemediler. Nitekim, nasıl Susurluk vakasında devletin kirliliğine karşı çıkış bir anda İslami kesim karşıtı bir laiklik gösterisine dönüştüyse, aynı şekilde Hrant'ın sahiplenilmesi de hükümet karşıtı marazi laikliğin 'sol' kisvesi altında yeniden üretilmesine vesile oldu.” Kötü bir rastlantı, Mahçupyan’ın bu satırları yazdığı gün, o “marazi laikliği sol kisvesi altında yeniden üreten “kötü solcu”ların” karşıtı olduğu “demokrat” hükümet Ramazan Akyürek’i terfi ettiriyordu. Hem de kendini teftiş edecek pozisyona…

 

Şu “kavruk solculuk” mevzuuna gelirsek, öncelikle bu kavramın içerdiği sınıfsal kibri ve liberal yazarların buna benzer ayrımcılık kokan dil sürçmelerini bir başka yazıya bırakalım. Kavrukluğun bir olumsuz sıfat olarak kullanılması, başbakanın Kıbrıslılara “besleme” deyişini hatırlatıyor, ya da tüketim ideolojisi ile zihni bulanmış genç kuşağın birini aşağılamak için “ezik” deyişini… Ne demek kavruk solculuk? Zayıflık mı, iyi gelişememişlik mi? Din bezirgânları gibi, milliyetçi muhafazakârlar gibi devletin kollarında semirmektense, zayıf, iyi gelişememiş, ama her türlü ezilenin yanında yer alan “kavruk solcu” olmayı her daim tercih ederiz. Bu topraklara demokrasi o “kavruk solcu”lar olmadan gelmeyecek. Nereden mi biliyoruz? Çünkü Mahçupyan’ın da itiraf ettiği gibi o “kavruk solcular”, Hrant’ın davasını davaları bildiler. Yok yok, Mahçupyan’ın sandığı gibi bir siyasi pragmatizmle falan değil, Hrant’ın kendi deyişiyle, Hrant “Türkiyeli, Ermeni ve iliklerine kadar Anadolulu” olduğu için…

 

Hrant’ın sahiciliğinin gücünü, sözünün etkisini gördükleri, onun yazılarından, konuşmalarından öğrendikleri, etkilendikleri ve onunla gönül bağı kurdukları için…

 

1915 kıyımını, Büyük Felaket’i Hrant sayesinde daha iyi anladıkları için…

 

1915 kıyımının, Büyük Felaket’in sorumlusu olan İttihatçı zihniyete de, 1895-1896 pogromlarını organize eden Abdülhamit zihniyetine de karşı oldukları için…

 

İşte Mahçupyan bunları görmek istemiyor. Kafasındaki milliyetçi sol ile Hrant’ın davasına sahip çıkan sol arasındaki uzlaşmaz çelişkiden solu suçlayarak kurtulabileceğini sanıyor. Keşke Mahçupyan sol takıntısından kurtulup, yazdığı gazete ile ilgili de bazı sorular sorabilse… Örneğin, yazdığı gazetenin yazarlarının, okurlarının niçin Hrant ile, o eleştirdiği “kavruk solcular”ın milyonda biri kadar bile gönül bağı kuramadığını… Abdülhamit zihniyeti ile hesaplaşamayanların, Abdülhamit’e, Yavuz’a övgüler düzenlerin nasıl demokrat olabileceğini…

 

Unutmayalım, o gazetenin genel yayın müdürü Ekrem Dumanlı, “Kahraman ırkıma bir gül” mısrasını eleştiren Hrant’ı kastederek, “Elbette herkes düşüncesini özgürce söylemeli, ancak tahrik etmeden, sosyal yapıyı çatlatmadan. Kışkırtıcı söylemler olmasa, milliyetçilik kafatasçılığa doğru kayar mı hiç? ‘Aşırı milliyetçilik’ asıl gücünü milliyetçiliğin yükselmesinden endişe duyan kişilerin tahrikinden alıyor olmasın.” diyordu, Özkök ile benzer milliyetçi bir üslup kullanarak…

 

Elbette, Hrant’ı bu zihniyetteki milliyetçi muhafazakârlar değil, “kavruk solcular” sahiplenecek ve bu dava böyle bitmeyecek…