Zete.com’daki yazısında Prof. Dr. Aylin Seçkin, iç savaş yaşanan ülkelerle karşılaştırarak, Türkiye’de son yıllarda yaşanan orta-sınıflaşmanın bir iç savaş ihtimalini bertaraf ettiğini iddia etmekte.

Bu yazıda ise bu orta-sınıflaşma göstergeleri önemsiz olmamakla beraber, iç savaşın temellerini bertaraf etmekte yetersiz olduğu iddia edilecektir.

Zira Seçkin’in kullandığı veriler, aslında “statü” göstergeleridir; alt yapıda yaşanan değişime dair değildir. Başka bir ifadeyle, toplum kökten bir değişim yaşamadan da pek ala bu statü sağlayan ürünleri edinip tüketebilir ve bu statü göstergelerine sahip olması, bizatihi kökten bir değişimin yaşanmış olduğunu garantilemez.

Bu türden bir yanılgı aslında, modernliği kılık-kıyafete ve diğer modernlik göstergelerine indirgeyen Kemalizm’in de bir yanılgısıydı. Başka bir ifadeyle, Batı modernitesinin ürettiği ürünleri (kravat, otomobil, metro-tramway, vals, uçağa binmek, parfüm, internet, cep telefonu vs) tüketmenin, modernleşmeyi ve onun temel çekirdeği olan bireyselleşmeyi otomatik olarak beraberinde getirdiği anlamına gelmiyor.

Nihayetinde bu ürünleri tüketmeye yetecek kadar gelir yaratan modernlik-dışı ve bireyselleşmeyi gerektirmeyen başka iktisadi faaliyetler (esnaflık, tarım, gayrimenkul rantiyerliği vb.) sayesinde de modernmiş yada orta-sınıfmış gibi bir görüntü elde edilebilir.

Temel hususa gelinecek olursa; iç savaş, temel olarak bireyselleşememiş, kimliklerine hapsolmuş, cemaat üyesi olmanın ötesine geçememiş, kendi özerk kararlarını vermekten aciz şahıslardan müteşekkil toplumlarda yaşanır. Çünkü kendi kültürel topluluğundan olmayanları, sadece kendisinden değil diye topluca öldürme eylemi, ancak bu tür dünyaya kimlikleri üzerinden bakan “cemaat üyesi” şahıslarca gerçekleştirilir. Ama kendi özerk alanına düşkün, kendi kararını kendisi veren ve kendi tercihlerinin ve çıkarlarının ayırdında olan, kendisini gerçekleştiren birey ise kendi kültürel grubuna ait olmayandan hoşlanmasa bile, o öteki grubun topluca öldürülme eylemini; kendisini ve çıkarlarını var eden sosyo-iktisadi yapının istikrarsızlığını koruma güdüsüyle anlamlı ve gerekli görmez. Daha doğrusu, birey sözleşmeler temelinde ilişki kurar ve bu sözleşmeleri garanti altına alan hukuka riayet eder. İç savaş ise bu hukukun ilgasını ima ettiğinden, bireyselleşmiş, sözleşmeler imzalamış topluluğun uzak duracağı durumdur.

Bireyi ve çıkarlarını var eden sosyo-iktisadi yapı, geleceği belirsiz kılan, sözleşmeye dayalı “finans-yatırım ekonomisi”dir. Bireyin ve modernitenin, kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı, faizin yasak olmaktan çıkıp bankacılığın ve finansın ortaya çıktığı 14. yy İtalyası’na uzanır. (bkz Niall Ferguson, Paranın Yükselişi: Dünyanın Finansal Tarihi).

Finansın devreye girmesiyle geleceğin belirsizleşmesi ve bu sekülarizmi doğuran belirsizliğe karşı sözleşme imzalanması gereği, bugün modernite dediğimiz “sözleşme toplumunu” yarattı: Kentte birbirini tanımayan ama tanımadığı halde imzaladığı sözleşmelerle belirsizlik karşısında eşitlenen, birbirlerinin hak ve özgürlüklerini tanıyan, özel ve kamusal olanı ayırarak birlikte yaşayan ve “karar veren”, dolayısıyla da kendi çıkarlarının farkında olan bireyler, aslında “yatırım eyleminin” aktörleridirler. Zira karar vermek ve yatırım yapmak, geleceğin belirsizliği altında üstlenilen eylemlerdir. Gelecek belirsiz değilse, karar verilmez.

Öte yandan, sadece birbirini tanıyan ve kendisine benzeyen cemaat üyeleriyle hiyerarşik töre ve gelenek temelinde yaşayan, kendini tekrarlayan, doğayla iç içe ve ölçülmeyen bir zaman algısı içinde geleceğin belirsiz olmadığı, özel ve kamusal alan ayrımından muzdarip olan cemaat mensupları ise sadece takasa dayalı ve kendini tekrarlayan bir iktisadi sirkülasyonun pasif aktörleridirler…

Dolayısıyla iki temel ayrımdan bahsetmek mümkün: Takas ekonomisi ve yatırım ekonomisi. (Takas ekonomisi ve yatırım ekonomisi ayrımına dair daha ayrıntılı bilgi için, iktisat literatüründeki paranın içselliği tartışmalarına bakılabilir)

Tarım ekonomisinden ziyade “takas ekonomisi” kavramını tercih etmemizin nedeni, tarım-dışı iktisadi faaliyetlerin hepsinin yatırım ekonomisini ima etmeyeceğidir. Bir diğer nedeni ise, Türkiye’de son 30 yılda yaşanan şehre göçün ve tarım ekonomisinden uzaklaşmanın yatırım ekonomisine evrilmeyi, yani modernleşmeyi beraberinde getirmediğini berraklaştırmaktır.

Daha açık ifadeyle, köyden kente gelen Türkiyeli’nin büyük kısmı yatırım ekonomisinin iki ana aktörü olan sermaye ve işçi sınıfına dahil olmaktan ziyade, esnaf olmuştur.

Türkiye şehirlerinde kısa bir gezinti ile hemen gözünüze çarpacak olan, esnaf dükkanlarının çokluğudur. Ağır basan toplumsal kültür de esnafların kültürüdür. AKP’nin dayandığı sosyoloji de esnaflardır. O yüzden Erdoğan “esnaf gerektiğinde askerdir, polistir” diyebiliyor.

Esnaf, yatırımcı gibi risk almaz, yatırım sürecinin karmaşık belirsiz organizasyonuyla uğraşmaz; aracıdır sadece: Üreticiden alır üstüne kar payını koyar, satamadığını üreticiye iade eder. Gelecek onun için belirsiz değildir. Sözleşmelere de gerek duymaz; erkek egemen cemaatçı bir zihniyetle sadece “söz verir”. (Erdoğan’ın Kürt sorununu hukuk temelinde çözmek yerine, “Kürtlerin garantisi benim!“ şeklindeki eril cemaatçı yaklaşımı buradan neşet eder.). Bu verdiği sözün güvenirliği ve bağlayıcılığı da, hiyerarşilere dayalı cemaatindeki konumuna bağlıdır: Sadece “Sözümü tutmazsam, cemaate rezil olurum” kaygısıdır, onu sözünden caymaktan alıkoyan. Ayrıca esnaflığın tarihsel izleği olan loncalar ve ahiler, işine hile karıştıranların, sözünde durmayanların ayıplanarak topluluktan dışlanmalarıyla cezalandırıldığı bu türden hiyerarşik cemaat yapılanmalıdır.

Genelde esnaflar şehirlerde gettolarda, kendisine benzeyenlerle yaşar. Bu gettolarda da, kamusal özel alan ayrımı olmadığı gibi, herkes birbirinin özel alanına girme hakkını kendisinde görür ve birbirinin dedikodusunu yapar.

Kendisine benzeyenlerle yaşadığı için ve kendisine benzemeyenlerle sözleşme hukuku temelinde eşitlenmediği için, öteki topluluklara kriz anında saldırmaktan alıkoyacak bir sosyo-ekonomik bir yapıyla da sınırlanmadığı için, bu esnaf toplumu, yada takas ekonomisi aktörleri, iç savaş potansiyelini taşır.

(Nazi Almanyası örneğini karşı örnek olarak sunacak olanlara kısaca söylenebilecek olan, Nazi Dönemi, postmodernistlerin iddia ettiği gibi aşırı-modernleşme değil, aksine modernleşmenin çöktüğü, Alman ekonomisinin artık yatırım ekonomisi olmaktan uzaklaştığı bir ara dönemdir.)

Ayrıca yatırım ekonomisi rekabete dayandığından, başkasının başarısı karşısında daha iyisini yapmak üzere güdülenir girişimci. Fakat takas ekonomisi, inovasyona öz olarak kapalı olduğundan, takas ekonomisinin aktörlerinin başkasının başarısı karşısındaki tepkisi, onu engellemek yönünde olur genellikle.

O nedenle iç savaşlar ve soykırımlar genellikle, ülkedeki azınlık mensuplarının çoğunluk mensuplarına nazaran daha zengin ve müreffeh olduğu durumlarda ortaya çıkar (Yahudi ve Ermeni soykırımları, 6-7 Eylül olayları).

Dolayısıyla, sadece statü temelinde ortaya çıkan orta-sınıflaşma Türkiye’de iç savaşın önünde değil. İç savaşı sadece üç temel faktör engelliyor: Birincisi, Alevilerin ve Kürtlerin görece daha zengin olmamaları. İkincisi, silahlı savaş yürüten Kürtlerin Türklerle aynı dini mezhebi paylaşıyor olmalarıdır, çünkü Ortadoğu’da iç savaş ve soykırımlar etnisiteden ziyade din ve mezhep kaynaklı olmuşlardır. Üçüncüsü de- dışsal bir faktör olarak, Türkiye’nin, her ne kadar kapitalist-hukuk devleti mantığını hala tam olarak içselleştirmemiş olsa da, OECD ve NATO üyesi olmasıdır.

Fakat aşağıdaki tablodan görüleceği üzere, Türkiye’de yaşanan onca değişim, ekonomiyi “takas ekonomisi“nden “yatırım ekonomisi“ne, toplumu da “cemaatler topluluğundan“, “bireyler toplumuna“ dönüştürmeye yetmemiştir. Esnaflar, hala iktisadi ve sosyolojik hegemonyalarını korumaktadırlar. O nedenle, belki çok da güçlü olmasa da, iç savaş ihtimali ortadan kaybolmamış, havada asılı durmaktadır ve ara sıra kendisini hissettirmektedir.

Özetle, bireyselliğe, sözleşmelere, hukuka ve hukukun üstünlüğüne dayanmayan esnaf toplumuna güven olmaz. Statü göstergesi olan otomobil, beyaz eşya, tatil tüketimini, kredi kartı ve eğitim harcamalarını arttırmış olsa bile…

 

Not: Bir sonraki yazıda, bu yazıda anlatılanlara binaen PKK lideri Öcalan’ın “demokratik modernite tezini“ tartışmaya çalışacağım.