Büyük cevizlerin yola doğru sarktığı suyun başında beklerdik uzun yaz günleri onun uzun seslenişini. Tek tük araç geçen yemyeşil yolun kıyısına öylesine bırakılmış bir düştü bizimkisi. Kulak kesilirdik her kıpırtıya her sese, bir zaman sonra o heyecanlı bekleyiş biter, önce “Dondurmam Kaymak ”nidasını işitir sonra üç tekerlekli bisikletiyle dondurmacı Gara Memed’in ışıltılı yüzüyle karşılaşırdık. Başka iklimlerin kardan sütlü şelalelerini, vişne bahçelerini taşırdı sanki yanıp tutuşan ellerimize, yüzümüze o ses. Önce birer külah kendimize alır sonra yanımızda getirdiğimiz çinko kapları uzatır, tepeleme göz kararı doldurulan dondurmayla eve doğru patika yoldan en büyük hazineyi taşır gibi koşuştururduk.

Bazı zamanlar pamuk tarlasında çalışırken beklerdik Dondurmacı Gara Memed’in gelmesini. Önce köy içini üç tekerlekli bisikletiyle dolaşır, sonra yola yakın tarlaların kenarından kıyılardı geçerken bütün işçiler çapayı bırakır, külah külah dondurmayı afiyetle yerdi sarı sıcağın bunaltıcı atmosferinde. Eğer dualar evrenin bir yerinde iyilik sinerjisi olarak saklanıyorsa, mutlaka ulaşacağı zamanı bekliyordur, Memed’in kar hanesine yazılacağı günü yıldızların ışıltısında çocuk kalplerinden kırpılmış konfetiler kır çiçekleri içinde.

Elektriğin köylere henüz gelmediği, buzdolabının bilinmediği (sadece köyün kahvesine gazlı bir dolap gelmişti) zamanlarda buzdan yapılmış vişne özüyle kıvam verilmiş dondurmayı yemek nasıl büyük bir zevkti. Geceleyin bir sonraki günün dondurmasının hayalini kurarak yataklarımıza girerdik. Büyükler bize bir iş yaptıracakları zaman hemen: “Yap şu işi hele sana yarın dondurma” derlerdi. Zaman zaman sözlerini tutmak istemeseler de biz onlara verilen sözü çeşitli şımarıklıklarla hatırlatarak tutturmasını bilirdik. Hem de ne tutturma verilen söz birken çeşitli ayak oyunlarıyla bu üç külaha kadar çıkabilirdi. Bazen de işi iyice arsızlığa vurup daha fazlasını isteyince, sonunda yüzümüzde bir şaplakla kalakalırdık büyük ağaçların burgacında. Böyle zamanlarda kaçıp saklanmak en iyi ilaç gelirdi devasa ağaçların korunaklı dallarının arasına bir sincap misali gölgeliklere.

Yüksel Aksu ile aynı coğrafyanın çocuklarıyız. O bir film çekerek yerel bir dondurmacının piyasa koşullarına karşı direnişini masalsı görsel bir dille anlattı. Oldukça da güzel ve naif bir film olmuştu: ”Dondurmam Gaymak” filmi. Yaşadığımız yerin geçmişine ilişkin eski yaşanmışlıkların izini sürerken, bir akrabam Dondurmacı Gara Memed’i hatırlattı bana. Nasıl da unutmuşum onu diye hayıflandım kendi kendime. Kafamda suretini canlandırmaya çalıştım önce. Araladığım sis dağlarının içinden gerçek siluetine ulaşmam epeyce zaman alacaktı. Artık karşımda gerçek etten kemikten bir dondurmacı gülümsüyordu yazmaya başladığımda.

Bana Memed’i anımsatan Hüseyin’in sözleri hep aklımdaydı yazarken. Hüseyin:

“Süper bir çalışma olur gerçekten. Eğer ölmemişse onu bulup, konuşmalı, onu yazmalısın ”dedi. Cevizli yolda ikimiz dondurmacıyı çok beklemiştik, hayaller içinde fısıldaşarak bilinmez zamanların umudunu kuşanıp. Eski zaman defterlerinin hararetli sayfalarında anılarında yer eden gerçek bir buzdan kahramandır Memed köyün çocukları için. Akdeniz’in kıyıcığında masallardan fırlamış bir kahraman gibi dolanıp dururdu, yolları köyleri. Ağzında çeşit çeşit maniler, türküler hiç eksik olmazdı. Neşeli olduğu zamanlarda satış iyiyse sesini hazırlayan bir opera sanatçısı edasıyla bağırıverirdi ezgisi kendisine ait: “Dondurmam kaymak/Anası Kızından Oynak” adlı anonim şiirini. Bilirdik ki beleş dondurmalar bu sözlerin arkasından gelirdi.

Kararımı vermiştim, Memed’i bulmalıydım. Hemen sordum soruşturdum, sağ dediler. İlerleyen yaşına rağmen bazen yazlıkçı bahçelerinin bakımını yaparak, bazen de gündelikçi olarak çalışıp geçimini sağlıyormuş. Boş zamanlarında da şehrin içinde küçük bir çay ocağına gelip gittiğini söylediler. Orada hem dinlenip hem de yeni iş çıkarsa çalışırım diye beklermiş bazı zamanlar.

Birkaç gün sonra o küçük çay ocağında onu buldum. Yaşı ilerlemiş iki büklüm olmuş, bisikletle köy köy dolaşıp dondurma satan yağız delikanlı sanki yılların girdabında kaybolup gitmişti. Kendisine dondurmayla ilgili konuşmak istediğimi, anılarını kayda alacağımı söyledim. Oldukça yaşlanmış, yaşlılığın verdiği yıkım vücudunun bütün uzuvlarına yansımıştı. Büyük ihtimalle emekliliği falan da yoktu. İlerlemiş yaşına rağmen yine çalışarak alın teriyle yaşamını sürdürme çabası içindeydi. Dondurmacılığı bırakalı yıllar olmuş, evlenip çoluk çocuğa karışamamış zaten bu işten de bir birikimi olmamıştı. Dondurmadan bahsedince gözleri parladı; fakat bu parıltı çay ocağının eprimiş iskemlelerinden caddeye kayarak yok olup gitti. Sonra birden ciddileşti çatallaşan tiz sesiyle:

“Benim öyle şeylere ayıracak zamanım yok. Denk gelirsek konuşur, bir şeyler yaparız” dedi.

Denk gelirsek... Elbette denk gelecektik. Küçücük şehirde onu bulmam zor olmazdı herhalde. Nasıl yıllar önce o bizi köy yollarında, pamuk tarlalarında dondurma bisikletiyle arayıp bulduysa ben de onu arayıp bulacaktım.

Eski zamanların anı çubuğunu yakmak adına herhangi bir gün için sözleşmeden ayrıldık.