Okuyamayanlar için yazının 1. bölümü BURADA >>>



ERMENİ SOYKIRIMI YARGI ÖNÜNDE - 2

TALAT PAŞA DURUŞMASI

2 VE 3 HAZİRAN 1921-BERLİN

A-     TARİHİN SANIK SANDALYESİ

Eşinin sonradan anlattığına göre, Berlin-Charlottenburg'da Hardenberger sokağındaki 4 numaralı evde ikamet eden Talat Paşa 15 Mart 1921 günü çok tedirgindi. O salı sabahı saat 11'e doğru sigara ve çorap almak için evinden çıktı. Bir kaç kez geri dönüp evine baktı. Hardenberger sokağı boyunca yürümeye başladı. Kaldırım değiştirdi ve 17 numaralı evin önüne vardığında bir el omuzuna dokunarak "Talat, Talat!" diye seslendi. Başını çevirdiği anda, çelimsiz bir genç "parabellum" marka silahın tetiğine bastı.

Berlin'de sahte bir kimlikle mülteci yaşamı sürdüren sabık Osmanlı Sadrazamını Talat Paşa son nefesini verirken ve belki de yıllardan beri sarf ettiği ”Ben yatağımda ölmeyeceğim” cümlesinin acı bir şekilde doğrulandığını aklından geçirirken, onu vuran Salamon Teliryan adlı Ermeni öğrenci silahını yere atıp olay yerinden kaçmaya başladı. Olayı görenler tarafından yakalandığında, garip bir cümle sarf etti: ”Ben de yabancıyım, vurduğum adam da. Almanların ziyanı yok bu işte!”

Sonra onu polise götürdüler.

Bir kaç ay sonra, 2 Haziran 1921 günü Talat Paşa’yı vuran Salamon Teliryan 1870 tarihli Alman Ceza yasasının 221 maddesine göre taammüden adam öldürmek suçundan mahkeme önüne çıkarıldı.

“Ermeni Soykırımı Yargı Önünde” (Der Völkermord an die Armeniern vor Gericht) başlığıyla, yayınlanan Talat Paşa Duruşması (Der Prozess Talaat Pasa) tutanaklarımda okuduklarımla, yıllar önce televizyonda yayınlanan Talat Paşa’yla ilgili film arasında bir benzerlik bulamadım. Fikret Hakan, Haluk Kurdoğlu, gibi çocukluğumun saygı değer oyuncularının rol aldığı filminde, Salamon Teliryan keyif için adam öldüren bir caniydi ve şeker mi şeker, Talat Paşa‘yı durduk yerde öldürmüştü. Mahkeme tutanaklarıyla, TRT tarafından yayınlanan propaganda filmi arasındaki tek ortak nokta, bütün cinayet davalarında olduğu gibi bir kurban ve bir suçlunun olmasıydı. Üstelik suçlu yukarıda da belirttiğimiz gibi suçunu gizleme yoluna gitmemişti. Hatta, Yargıç Dr. Lehmberg’in, “Talat Paşa’yı öldürmek istediniz mi?” (Haben Sie denn den Talaat Pascha töten wollen.) şeklindeki sorusuna şu cevabı vermişti:

“Soruyu anlamıyorum. Öldürdüğümü söyledim ya!”

"Pişman mısınız?" sorusunu da sanık, "Hayır," diye yanıtladı, "bir insan öldürdüm, ama katil değilim."

Sanık pişman değildi ama, sanığın yaşadıkları, tanıklar, uzman tanıklar dinlendikçe davanın rengi de değişmeye başladı. Tarih sanık sandalyesinden Salamon Teliryan'ı kaldırıp, Osmanlı sadrazamı, İttihat ve Terakki'nin güçlü adamı Sadrazam Talat paşa'yı oturttu.

Peki kimdi bu Türk kaynaklarının genellikle "İranlı bir Ermeni" diye tanıtmaya özen gösterdikleri Salamon Teliryan ve Talat Paşa ile ne alıp veremediği vardı?

Mahkeme tutanaklarına göre, 2 Nisan 1897’de Pakariş’de doğan Salamon, 4 yaşına ayak bastığında, tüccar olan babası Erzincan'a göç etti. O zamanlar Erzincan 20 bin civarında Ermeni’nin, 25-30 bin civarında Türk’ün yaşadığı bir şehirdi. Teliryan ailesi Erzincan’da 15 yıl boyunca sıkıntısız bir hayat sürdü. Salamon’un iki ağabeyi, evli ve bir çocuklu ablası, biri 15, diğeri 16 yaşında iki kız kardeşi vardı. Birinci Dünya savaşı başladığında ortanca ağabeyi askere alındı. Erzincan’ın güneyine düşen Harput’ta ”vatani görevini” icra eden kardeş şehitlik mertebesine filan yükselemeden 1915 yılında izinli olarak eve döndü.

Yıl 1915’di. Salamon Teliryan 18 yaşına girmişti.

Salamon o günlerde Sarıkamış’ta 90 bin askeri kırdırtan, Enver Paşa’nın, askeri tükenmiş üçüncü orduya bir komutan atayarak İstanbul’a döndüğünü bilmiyordu. Sarıkamış bozgununun, Enver-Cemal.-Talat üçlüsünün ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Turan hayallerini alt üstü ettiğinden, Sarıkamış şoku atlatılamadan Müttefiklerin Çanakkale'ye asker çıkardıklarından, Çanakkale'de korkunç bir boğazlaşma yaşandığından, hayallerinin kabusa dönüştüğünden, hatta karargahın İstanbul’dan Eskişehir’e veya Konya’ya kaydırılması hazırlıklarına başlandığından da haberi yoktu.

İstanbul’da hareketli günler yaşanıyordu. Bir yıl önce, tam da Almanlar ittifak yapıldığı gün, (2 Ağustos 1914) akşamı kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’nın (Şimdiki Özel Harp Dairesi’nin büyük babası!)önemli üyeleri İstanbul’a çağrılıyor, Harbiye Nazırlığında gizemli toplantılar yapılıyordu. (Ayrıntılı bilgi ve resmi belgeler için bakınız: Taner Akçam, Armenien und der Völkermord, Hamburger Edition, 1996/ İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge Yayınları, 1999)

Toplantıya katılanlara bakılırsa Osmanlı dünyada eşi benzeri görülmemiş bir komployla karşı karşıyaydı. Uçları Moskova'dan, Paris'ten, Londra'dan uzanan komplo, İstanbul'da düğümleniyordu. Düğümü atan, komployu çekip çevirenler mevzubahis kişilerdi malum milletti, Hınçaklar ve Taşnaklardı. Vatan tehlikedeyken, kahraman Türk askerleri, Müslüman Osmanlılar, Sarıkamışlarda, Yemenlerde, Çanakkale'de kanlarını dökerlerken, bu hainler, kışkırtıcı beyannameler neşretmekteydiler.

Bu mevzubahis kişiler, bu melun ve malum millet, İngilizlerden faydalanarak silahlanmaya, bu maksatla silah mağazaları açmaya karar vermişlerdi de, Cemiyet, durumun zamanında farkına vararak silah ithalini yasaklamıştı. Buna mukabil, Kayseri ve Adapazarı'nda, Hüdevendigar vilayetinde, Diyaribekir'de pek çok Mavzer, Manlıher, Schayder tüfekleri, bomba ve bomba yapımında kullanılan malzemeler, gaz tenekeleriyle barut, Fransızca, Rusça şifreler ve bir çok evrak-ı muhabere, kiliselerde, mekteplerde asker firarileri ele geçirilmişti. Senelerden beri mekteplerde küçük çocuklara varıncaya kadar beyinleri yıkayarak hükümet emirlerine saygı ve itaati yıkan Papazlar, özellikle Müslümanlarla iyi geçinmeyi ortadan kaldırmışlardı.

Patrikhane tarafından bütün papazlara, piskoposlara gönderilen kışkırtıcı genelge ele geçirilmişse de, ilişikte olması gereken talimatname elde edilememiş olup, gizli arama ve tahkikat sürdürülmekteydi. Bu kışkırtıcı genelge ve talimatlar neticesinde ve de Rusların ilerlemesini fırsat bilerek, daha evvel defalarca ayaklanana Zeytun Asileri, Tekke manastırında iştima ederek, üzerlerine gönderilen müfreze ile müsademe edip komutanı ve jandarmalarımızı şehit etmişler; bir kısmı ele geçirilmişse de, bir kısmı geceden faydalanarak kaçmışlar, dağlara dağılmışlardı ki, bunun büyük bir felaket olduğu Müslüman vatandaşlarımız tarafından bilinmekteydi.

Bu hainler bununla da kalmamışlar, Van'ın Tımar nahiyesinde isyan etmişler, kuşatıldıklarında da teslim olacaklarına saldırıya geçmiş, bir takım binaları bombalamış, birliklerimiz geri çekilmek zorunda kalmış ve isyan, Gevaş, Şıtak kazalarına da sirayet etmişti. Adana Dörtyol'da, İskenderun civarında, düşman donanmaları tarafından casusluk etmek şimendiferi tahrip eylemek üzere sahile çıkarılıp ellerindeki talimatname ile derdest edilenler yine bu malum millete mensuplardı. (Ayrıntılı bilgi için Mete Tuncay, İttihat ve Tehcir, Afa yayınları, İttihat ve Terakki Kongresi tutanağı)

1895-96 yılında 200 binden fazla (rakamlar çeşitli, 100 bin diyen de var, 300 bin diyen de!) Ermeni’yi Hamidiye Alaylarına kırdıran Sultan Hamit’in başaramadığını başarmak, meseleyi parça parça değil, kökten çözmek gerekiyordu. O köklü çözüm bulundu: Tehcir!

Hatırlanmasından korkulan ve üstü örtülmeye çalışılan "tehcir" olgusunun arkasında, Dr. Lepsius’un ifadesiyle, ( ve de İstanbul Dıvanı Harb mahkemelerinin kanıtladığı gibi) daha önce benzeri görülmemiş devlet eliyle örgütlenen planlı bir soykırım yatmaktadır. (Bak: Duruşma tutanağı- Uzman tanık Dr. Johannes Lepsius'un ifadesi)

Talat Paşa Duruşmasına tanık olarak çağrılan 62 yaşındaki Protestan Papazı Prof. Dr. Lepsius’un mahkemede verdiği ifadeye göre Türkiye'de 1.850 000 Ermeni vardı. Ermeni nüfusun büyük kesimi de Turan’a giden yol üzerinde yaşıyordu. Gerçi Taşnaksuyun yıllar önce legalleşmişti; hatta, savaş başladığında Osmanlı Ermenilerinin, Osmanlı vatanı için savaşacaklarını da açıklamışlardı. Dahası Meclis-i Mebusan’da 16 Ermeni milletvekili vardı ve bunlardan Vartakes ve Zohrap Efendiler İttihat ve Terakki Cemiyetini destekliyorlardı. Ancak "bizim Ermeniler", sınırın öte tarafında yaşayan "diğer Ermenileri" Rusları arkadan vurmaları için kışkırtmaya yanaşmıyorlardı.

Soykırım, aynı anlama gelmek üzere tehcir kararının ne zaman alındığına dair çeşitli tarihler verilmektedir. Bu konuda en ayrıntılı ve titiz incelemelerden birisi olan Taner Akçam’ın ”Armenien und der Völkermord”(*) adlı kitabında kararın Mart ayı içinde, Dr. Bahaaddin Şakir'in 13 Mart'ta İstanbul'a dönmesinden sonra alındığı belirtilmektedir. Ancak bunun bir önemi yoktur.

Bütün eserlerde, hatta Kamuran Gürün'ün Ermeni Dosyası'da bile (S. 277) Tehcirin sözlü emirle çoktan başlatıldığı bir biçimde açığa vurulmaktadır. Tehcir ile ilgili resmi karar 27 Mayıs 1915'de alındı, 1 Haziran 1915'te, resmi gazete Takvim-i Vekai'de yayınlandı (Ayrıntılar için: "Armenien und Völkermord, Taner Akçam; Jenosid, V.N. Dadrian; Y.Ternon, Ermeni Tabusu, Belge yay.; "İttihat Terakki ve Kürtler, Naci Kutlay, Beybün yay.)

Ermenilerin soykırım günü olarak andıkları 24 Nisanda, aralarında Talat Paşa duruşması tanıklarından olan Patrik Kirikoris Balakyan’ında bulunduğu 235 Ermeni aydını İstanbul’da tutuklandı. Tutukluların sayısı Mayısta 2345 yükselecek, çoğu meydanlarda asılıp, neredeyse tamamı tehcir sırasında öldürüleceklerdi.

Sonra Anadolu'nun tüm yollarında, dağ geçitlerinde eğri kılıçlar, süngüler, baltalar, filintalar kan kusacaktı. Boğazlananların kanları, suyla karışıp sokaklara taşacak, kan damlayan dilleriyle cesetler arasında koşan kudurmuş köpekleri, kedileri, tanrını evine sığınıp da, tanrının korumadığı ateşe verilmiş kiliseleri, evleri, dükkanları, başsız, kolsuz, bacaksız vücutları, derisi yüzülmüş soğukta tüten cesetleri önüne katarak, denizlere, göllere ve okyanuslara su taşıyan nehirlere, gül kokan Fırat'a sümbül tüten Aras'a, reyhan akan Karasu'ya dökecekti. Al yağmurlar başlayacaktı sonra. Çeşmeler, çaylar, dereler, tarlalar, çayırlar, dağlar, denizler kızıla kesecekti.

Ve bir yıl sonra- yani bir halkın kökü tümden kazındıktan sonra- Talat Paşa, Alman Büyükelçisinin sorusunu, "La question armenienne n'existe plus." (Ermeni sorunu yoktur!) diye yanıtlayacaktı.

B-      BİR ÖLÜNÜN KANLI GÖLGESİ

Tehcir, Talat Paşa Davası sanığı Salamon Teliryan'ı ve ailesini 1915 yılının haziran ayında yakaladı.

"Hadi gidiyorsunuz!" emri geldi. Nereye sorusunun cevabı ise yoktu. Harbiye nazırlığında Mart ayındaki toplantılara katılanlar dışında bu sorunun cevabını bilen de yoktu. Aylar sonra da yürüyüşe devam edenler de sorunun cevabını öğrenemediler.

Çünkü sürgünün hedefi yoktu.

"Hiçe sürgün" edildiklerini bilmeyen Salamonlar çok yürümek zorunda kalmadılar. Daha Erzincan'dan çıkmışlardı ki önce yağma başladı, sonra kıyım.

2 Haziran 1921 günkü duruşmadaki ifadesine göre, başına bir darbe yiyen Salamon Teliryan kendine geldiğinde ağabeyinin ölüsünü üzerinde bulmuştu. Başı baltayla parçalanmış ağabeyinin bütün kanı üzerine akmıştı. Yol cesetlerle doluydu. Cesetler arasında tüfekle mi, sopayla mı, yoksa bir kılıç darbesiyle mi, öldürüldüğünü bilmediği annesi de vardı. 15 ve 16 yaşlarındaki iki kız kardeşi kıyım başlamadan önce jandarmalar tarafından çalılıklara götürülmüş, annesi, "gözlerim kör olsaydı da bu günleri görmeseydim, diye haykırmıştı. Tecavüz edilen kız kardeşleri muhtemelen öldürülmüştü. Kafilenin ön taraflarında yürüyen babasının ve diğer ağabeyinin, kucağında bebeği ile yürüyen ablasının akıbetlerini bilmiyordu.

Sonrası uzun hikayeydi. Yaşlı bir Kürt kadını onu saklamıştı. Yaraları iyileştikten sonra, Kürt giysilerine bürünmüş, Biri Harput'taki katliamdan kurtulan iki Ermeni genci ile birlikte, gündüzleri saklanarak, geceleri yol alarak, ot ve bitki kökleriyle karınlarını doyurarak sürekli doğuya yürümüşlerdi. Yolda Harput katliamından kurtulanı zehirlenerek ölmüştü. Sonunda batıya doğru ilerleyişini sürdüren Rus ordusuyla karşılaştıktan sonra, önce İran'a sonra da Tiflis'e geçmişti.

Salamon Teliryan'ın Tiflis'e vardığı sıralarda, yani 1915 yılı Eylülü'nde, Geçiçi Müsadere ve Kamulaştırma Kanunu kabul edilmiş ve tehcir edilenlerin mallarına da resmen el konulmuştu. 1915 Eylülü'nde Meclis-i Mebusan'da ki tartışmada on bir maddeden ibaret Geçiçi Müsadere ve kamulaştırma Kanunu'na tek bir kişi Senatör Ahmet Rıza karşı çıkmıştı. "Sözü edilen malları enval-i metruke olarak göstermek, kanunsuzluktur" diyordu Senatör Rıza, "Çünkü bu envalin sahipleri mallarını isteyerek terk etmemişler, onlar yerlerinden zorla, cebir ile çıkartılmıştır. Hükümet onların mallarını memurları vasıtasıyla sattırıyor... Bu bir zulümdür. Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı ve mülkümü de sonra sat; bu hiç bir vakit de caiz değildir. Bunu ne Osmanlının vicdanı kabul eder, ne de kanun." Ahmet Rıza eleştirmekle kalmamış, "Sefalet ve çaresizlik içinde Anadolu yollarında ve dağlarında dolaşan yüzlerce ve binlerce kadın, çocuk ve yaşlının eski yerlerine dönmelerine, ya da kış gelmeden istedikleri yere yerleşmelerine izin verilmesini" de teklif etmişti. Enver Paşa, "Edepsiz köpek" diye yerinden fırlayarak Ahmet Rıza'nın üstüne yürümüştü. (Ayrıntılar için: Vahakn N. Dadrian, Ulusal ve Uluslarası Hukuk sorunu olarak Jenosid, Belge yay.)

Sonra yıllar geçmiş, Osmanlılar savaşı kaybetmiş, 1918 yılı Kasım'ında, bir milyondan fazla insana "ezilmiş sinek muamelesi yapan" İttihat ve Terakki Hükümeti'nin üç paşası ve önemli şahsiyetlerinin bir bölümü kimine göre destroyer, kimine göre de U-67 numaralı deniz altıyla, kimine göre Odesse'ya, kimine göre Sivastopol yakınlarındaki Evpatorya'ya kaçmışlar, oradan da Berlin'e geçmişlerdi. Daha önce Cemiyete övgüler yağdıran, Üç Paşayı Tanrıyla bir tutan matbuatlar, kasım ayının puslu bir cuma gecesi, arkalarında kemik yığınları ve al topraklar bırakan paşalara ateş püskürüyorlardı. Artık onlar için Paşa hitabı kullanılmıyordu.

Bazıları bey, bazıları, efendi diye niteliyordu. Yazılanlara göre, kaçış kararı Enver Bey'in Kuruçeşmedeki yalısında alınmıştı. Bir yaşındaki kızına meme verirken, ikinci kızına da gebe olan ve yalının duvarlarını hırsla döven dalgaları seyreden Naciye Sultan göz yaşı dökerken; bütün unvanlarını bırakmak zorunda kalmış olan sabık Harbiye Nazırı Enver, Ermeni katliamında büyük rol oynayan Teşkilat-i Mahsusa'ya yani bir şef atamakla meşguldü. Sonra diğerleri, Talat, Cemal, Dr. Bahaaddin, Dr. Nazım'dan ve Azmi'de çıka gelmişler; sabık Sadrazam Talat Paşa da, köşkün alt katındaki şöminede, bir çanta dolusu evrakı yakmayı ihmal etmemişti. Daha sonra da Cemiyet'in kasasında kalan 462 kuruş, bir kaç yıl sonra kurulacak olan yeni cumhuriyetin temellerini atacak olan Karakol teşkilatı reisine (Hani Mustafa Kemal'in Nuh kod adıyla faaliyet sürüdrdüğü teşkilat) devredilmişti.

Efsanevi Kırk bin altın ise söylentiye göre Talat, Enver, Cemal arasında pay edilmişti. Yağmur başladığında, kaçmaya hazırlanan Cemiyet sekreteri Mithat Şükrü (Bleda) Bey, Talat'ın tavsiyesine uyarak, onları Alman savaş gemisine götürecek olan motora binmemişti. Alman Savaş gemisi boğazı terk ederken, geride kemik yığınlarından dağlar bırakarak kaçmakta olan sabık Sadrazam Talat paşa: "Bizim siyasi ömrümüz artık şimdilik sona ermiştir," demişti. "Milletin kin ve gazabı yüzümüze dönmüştür. Bizim için en kısa en münasip yol, Avrupa'ya giden yoldur. Avrupa'ya gidecek, fırsat bekleyeceğiz." (Ayrıntılar için: S.Süreyya Aydemir, Enver Paşam Remzi Kitapevi; Teyfik Çavdar, Talat paşa, Dost Kitapevi)

Sürgün edilenlerin evlerine dönebileceklerini haber aldıktan sonra Salamon Türkiye'ye döndü ama, evin yerinde yeller esiyordu. Sonra Selanik, Paris, Zürich derken, yolu sonunda Berlin'de Talat Paşa ile çakışmıştı.

Salarman Teliryan'ı Talat Paşa'yı vurması için kim teşvik etmişti, mahkemede bu durum açıklığa kavuşmadı.

Mehkemedeki ifadesine göre, Salamon'un sara nöbetleri sıklaşmaya, cesedi tehcir yolunda çürümüş annesinin ruhu ziyaretlerini artmaya başlamıştı. Annesi olur olmaz zamanlarda rüyasına giriyor, "Oğlum katil burada, Berlin'de, kanımızı yerde bırakırsan sütüm haram olsun sana." gibi sözler ediyordu. Sonunda o da, Talat Paşa'nın ikamet ettiği 4 numaralı evin tam karşısına düşen 37 numaralı eve, Bayan Dittman'ın evine taşınmıştı.

Salamon, 15 Mart salı sabahı, odasında volta atarken, evinin balkonunda gördüğü Talat Paşa'nın, yani ailesinin ölümüne neden olan adamın kapıdan çıktığını görmüş, Annesinin sözlerini hatırlamıştı. Silahını kaptığı gibi sokağa fırlamıştı.

Yargıç (Dr.Lehmberg): Sokağa çıktığınızda, Talat Paşa öteki kaldırımda mı yürüyordu?

Sanık (Salamon Teliryan): Evet. Hayvanat bahçesine (Zoologischen Garten) doğru.

Yargıç: Sonra Hardenberg sokağı üzerinde ona yaklaştınız?

Sanık: Diğer kaldırımdan koşarak onu geçip karşı kaldırımda ona doğru yürümeye başladım.

Yargıç: Onunla konuştunuz mu?

Sanık: Hayır konuşmadım, yanından geçtikten sonra onu öldürdüm.

Pek çok tanığın dinlendiği ve iki gün boyunca süren duruşma sonunda Talat Paşayı açıkça öldürdüğünü söyleyen Salamon Teliryan, beraat etti. Mahkemeyi yakından izleyen, sıhhiye subayı olarak Türkiye'de bulunmuş olan ve tehcir sırasında 8 bin fotoğraf çeken, yazar Armin T. Wegner "Adil Bir Karar" başlıklı yazısında şu yorumu yaptı:

"...Türk devlet adamının Ermeni halkının yok edilmesindeki suçtan payına düşeni hayatıyla ödemesi haksız bir yargı gibi görünmekle beraber, yol açtığı felaket öyle korkunç ki; katilin, bütün benzer olaylarda olduğu gibi kınamamız gereken suçu, bir halkın umutsuzluktan kurtulma çabası olarak algılanmıştır. Öldürülen bakanın (Talat Paşa'nın-D.A.) kara çarşafı, kalkık peçesiyle adliye koridorlarında hayalet gibi dolaşan karısı için de, en az kocasının felakete sürüklediği yüz binlerce kadın kadar üzüntü duymaktayız. Ne var ki halklardan da üstün olan tarihin iradesi, Talat'ın idamını, kendi kurbanlarından biri aracılığı ile infaz ederek yerine getirmiştir." (Die Vebrechen der Stunde- Die Verbrechen der Ewigkeit)

Salamon Teliryan beraat etti. Çünkü o, "çekirge sürüsü gibi" yok edilmiş bir halkın kan bulaşmış bir gölgesiydi sadece.

(*)'İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu' başlığı altında Türkçe yayınlandı, İmge Yayınları

Ek bilgiler/Notlar:

Doğan Akhanlı

İnsan hakları Savunucusu. Köln’de, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı faaliyet yürüten „Öffentlichkeit gegen Gewalt / Şiddete karşı Kamuoyu“ adlı kuruluşta çalışıyor.Türkiye'nin yakın tarihini ele aldığı "Denizi Beklerken" ve "Gelincik Tarlası" adlı romanları Belge Yayınevi tarafından yayınlandı. Ermeni Soykırımını anlattığı 'KIYAMET GÜNÜ YARGIÇLARI' adlı üçüncü romanı Kasım 1999 yılında yayınlandı.

Dizide Kullanılan Kaynaklar:

Ulusal ve Uluslarası Hukuk Sorunu olarak Jenosid, Vahakn N. Dadrıan, Belge Yayınları

İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, Taner Akçam, İmge Yayınları

Ermeni Tabusu, Yves Ternon, Belge Yayınları

Türk Ulusal Kimliğı ve Ermeni Sorunu, Taner Akçam, İletişim Yayınları

Kafkas Yollarında/ İki Komite İki Kıtal, Ahmet Refık, Temel Yayınları

Enver Pasa, S.S. Aydemir, Remzi Kitapevi

Talat Pasa, Teyvik Çandar, Dost Kitapevi

"Der Völkermord an den Armeniern vor Gericht/ Der Prozeß Talaat Pasa" /Talat Paşa Duruşması, Tessa Hofmann im Auftrag der Gesellschaft für bedrohte Völker, 1980

Der Verbrechen der Stunde- Der Verbrechen der Ewigkeit- Armin T. Wegner, Buntbuch Verlag, Hamburg

İttihat-Terakki ve Kürtler, Naci Kutlay, Beybun Yayınları

Cihat ve Tehcir, Mete Tuncay, Afa Yayınları

Ermeni Dosyası, Kamuran Gürün, Bilgi Yayınevi.