DİVANI HARB YARGILAMALARI- İSTANBUL 1919

A-     YERYÜZÜ ve GÖKYÜZÜNÜN TÜM ÖLÜMLERİ

Biz Türkler ne kadar övünsek azdır!

Bizim hep devletimiz oldu!

"Türklerin hiç buluşu olmadı" diyenleri bu yüzyılın daha ilk çeyreğinde, daha 1915 yılı devrilmeden utandırdık.

Öyle bir buluş yaptık ki, dudağı uçuklayan Almanlar, buluşumuzu, kendi usullerince, uygulamak için ikinci dünya savaşını beklediler.

Onlar daha yüksek bacalı fabrikalar fikrini geliştirmeden, Enver Paşalarımız, Talat Paşalarımız, Cemal Paşalarımız, Gazi Paşalarımız, gecelerini gündüzlerine kattılar. Daha modern çağın ilk çeyreği kapanmadan, daha Rus işçileri ayaklanmadan, daha Gazi Paşa, kutsal 19 rakamını sahiplenip 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmadan, Türkler adına, müthiş bir disiplinle, devlet eliyle örgütlenmiş soykırıma mühürlerini bastılar.

Paşaların bir kısmı Ermenileri "hiçliğe" sürdüler. (Rumların trajedisi, bu yazının kapsamına girmiyor!) Hayastan'ın çocukları, redifler, Hamidiyeler, Cahitler, Cahidiyeler tarafından kurşunlanarak, kılıçlanarak, asılarak, zehirlenerek, hançerlenerek, boğularak öldürüldüler. Tifüste kırılarak, donarak, yollarda açlıktan, çölde susuzluktan öldüler. Çürümeye yüz tutmuş cesetleri çakallar tarafından kemirildi. Türkler, Kürtler, Balkanlardan, Kafkasya ötesinden katliamlardan kaçan muhacirler, kısaca cahiller, insan avına katıldılar, paşaların günahına ortak olup ellerini, soylarını ve vicdanlarını kirlettiler. Daha 1915 devrilmeden "çocuklar ağlaya ağlaya can verdiler, babaları kendilerini kayalıklara, anneler bebeklerini kuyulara attılar. Hamile kadınlar el ele tutuşarak, ilahiler okuyarak Fırat'a atladılar. Yeryüzünün ve yüzyılların bütün ölümleriyle öldüler." (Die Verbrecen der Stunde- Die Verbrecen der Ewigkeit/Anın suçları sonsuzluğun suçlarıdır, Armin T.Wegner, Buntbuch Verlag, Hamburg)

Soykırıma uğramış halkın yeryüzüne dağılmış kurbanları gittikleri yerlerde, yıllar sonra vuku bulan "Halepçe", "Ruanda", "Bosna" ve geçen yıllarda çok sözü edilen "Kosova" görüntülerinin beterini insanlara anlattılar. Erzincan'da, kardeşinin ölüsü altında gözlerini açan Talat Paşa davası sanığı Salamon Teliryan'ın mahkemede anlattıkları, başka yerlerden, mesela Trabzon'dan, Adana'dan, Van'dan, Eskişehir'den sağ kalanların anlattıklarına benziyordu.

Amerika'ya kaçan Şebinkarahisarlı ile, Fransa'ya göç eden Klikyalı, Rus ordusunun geri çekilişi sırasında onlarla beraber Erivan'a ulaşan Muşlu, İngiltere'de yaşayan İstanbullunun öyküleri paralellik arz ediyordu. Erzurum'dan yola çıkarılan Terzibaşıyan'ın, İstanbullu Kirkor'un, Ağrılı Dikran'ın, Trabzonlu Ara'nın, Yozgatlı Anahit'in, Gümüşhaneli Nurhan'ın, İzmitli Linda'nın anlattıkları; Eskişehir'de karşılaştığı kafileleri betimleyen Ahmet Refik'in (İki Komite İki Kıtâl, Temel yay), Musa Dağının 40 gününü yazan Franz Werfel'in (Musa Dağda Kırk Gün, Belge Yay.), çocuklarının arkasından ağlayan Ararat dağının çığlığını dünyaya yayan Armin T. Wegner'in (ade.) yazdıklarıyla çakışıyordu. Amerikan Büyükelçisi Morgentrau'nun, ya da Alman Protestan Papazı Dr. Johannes Lepsius'un raporları, 1919'da İstanbul'da Divani Harp mahkemesinde tanık olarak dinlenen 3. Ordu komutanlarından Vehib Paşa'nın anlattıkları birbirini tamamlıyordu. (Bak: Vehip Paşa'nın ifadesi, Takvim-i Vekai, No 3540, Aktaran. V.H. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu olarak Jenosid, Belge yay. S.88-89, ve dipnot:310)

"HANGİ YOLDA?" DİYE SORAN OLMUYORDU

Dünyanın dört bir yanında; onların öykülerini dinleyenler kulaklarına inanamıyorlardı. Çünkü anlatılanlar inanılması güç bir vahşetten ibaretti.

"Yolda, " diye anlatmaya başlıyordu mesela, "hedefsiz sürgünün" talihsiz kurbanı bir kadın.

"Hangi yolda?" diye soran olmuyordu. Çünkü o günlerde bütün yollar birbirine benziyordu. O yollardan birinde yürüyen anneler, büyük anneler, büyük babalar, seyrek olarak delikanlılar, çok fazla sayıda genç kızlar sürekli hayr mer duasını okuyorlar, "Ey göklerdeki babamız," diye mırıldanıyorlardı, "ismin mukaddes olsun, melekûtun gelsin; gökte olduğu gibi, yerde de senin iraden olsun... Ve bizi iğvaya götürme, bizi şerirden kurtar, çünkü melekût ve kudret ve izzet sonsuza dek senindir."(İncil)

Tanrı, bugün olduğu gibi o günlerde de sağır ve kör olduğu için, yüreğinde sevgi, yeryüzünde iradesi kalmadığı, kudreti ve izzeti tükendiği için, Hayastan'ın çocuklarına elini uzatıp onları gökyüzüne götürmüyordu.

Ne yol bitiyor, ne ölüm onları kucaklıyordu. Silahlarından arındırılmış Ermeni askerlerden oluşan bir İnşaat Taburunun önünden geçerlerken onlar, birkaç gün içinde kurşuna dizileceklerinden habersiz olan Ermeni askerler ümitsiz gözlerle, kafilenin arkasından bakıyor "hayr- vorti- hokin- surp astvaz" diye haç çıkararak, Tanrıya, lanetlenmiş kullarını koruması için dua ediyorlardı.

Kafile belki ilk, belki bininci virajı döndükten sonra ceset tarlasıyla karşı karşıya kalıyordu. Gözyaşı kurumuş yolculardan bir inilti yükseliyor; iniltiler kafileye eşlik eden jandarmaları kızdırıyor; kılıçlar çekiliyor, süngü takılıyordu. Bir kaç yüz cesetten sonra, kafile yola koyuluyordu yeniden. Halen kanayan yaralarıyla can çekişenler, yarılmış ellerini gökyüzüne kaldırarak ışığı sönmüş gözleriyle dağlara doğru yol alan kafilenin arkasından son kez bakıyorlardı.

Dağlarda, kafiledeki delikanlılar rasgele ayrılıyordu. Erkekler, uçurumun kenarına götürülüp aşağıda akan nehre itelenirken, hava kararıyordu. Jandarmalar en güzel ve genç kadınları seçip çalılıklara götürüyor, çalılıklardan gelen çığlıklar bir süre sonra kesiliyordu. Kadınlar arasında çıldıranların sayısı artıyordu gün be gün. Doğurmak üzere olan bir kadın, "Ne isterseniz olurum, Müslüman da olurum, Alman da olurum, Türk de olurum, diye bağırıyor; üniforması kana bulanmış bir jandarma, kılıcıyla kadını ve cenini ikiye bölüyordu. Sonra bozkır soğuğu başlıyordu. Sağ kalan yarı çıplak insanlar birbirine sokularak sabahı beklerken, bir kısmını da gece yutuyor, yeniden yola koyulduklarında yola devam edenlerin sayılarının biraz daha azaldığını görüyorlardı.

Sonra şirin mi şirin bir köye yaklaşıyorlardı. Şirin köyün sarıklı ve külahlı erkekleri yollarını kesiyor, "Ey inananlar, size "Allah yolunda seferber olun" denildiği zaman, neden yere çakılıp kalıyorsunuz?"(Kuran) şeklindeki Tanrı kelamıyla, başka Tanrının çocuklarına, ağır baltalarla saldırıyorlardı.

Biraz daha azalıyorlardı. Sonra bir kasabada mola verirken sözgelimi, kucağında üç dört yaşlarında bir çocuk taşıyan kadın, yol kenarında kafileyi seyreden yaşlı sarıklı bir adamla göz göze geliyordu. Yaşlı adımın kendilerine acıdığını düşünen kadın, kucağında taşıdığı çocuğu azcık havaya kaldırarak, "Efendi," diyordu gözleriyle, "yavruma sahip çık!". Adam çocuğu sahipleniyor ve annesinin, jandarmaların, kafilenin gözleri önünde, çocuğu bir köpek gibi, başına odunla vura vura öldürüyordu da; ne anne, ne kafiledeki insanlar ne de jandarmalar ses çıkarıyorlardı.

Çünkü yer yüzünün, çünkü gökyüzünün, tüm ölümlerine mahkum edilmişti onlar.

Çünkü Enver Paşalar, çünkü Talat Paşalar, çünkü Cemal Paşalar, Doktor Nazımlar ve Doktor Bahaaddinler, uzun uzun tartışmalar yürütmüşler ve çoktan "Ermeni Sorununu", "Türk usulü" çözmeye, karar vermişlerdi. Teşkilat-ı Mahsusa'nın gözü kararmış ajanları, Adalet bakanlığı emri ile hapishanelerden boşaltılmış, ipten kazıktan kurtulmuş tipler, başı bozuk çeteler, redifler, hamidiyeler, cahitler, cahiller, Paşaların kararını yerine getirmek için varlarını yoklarını ortaya koymuşlar, Müslüman halkın da (Türk halkının, Kürt halkının, Kafkaslardan ve Balkanlardan göç etmiş muhacir halkların) desteği ile on sekiz ay içinde, Osmanlı kaynaklarına göre 800.000 (İstanbul Davası), Ermeni kaynaklarına göre 1.5-2 Milyon (Binlerce Kaynak), tarafsız kaynaklara göre, 1.200.000- 1.500.000 Ermeni'yi imha etmişlerdi. (Talat Paşa Duruşması, Dr. Johannes Lepsius'un ifadesi)

Ermenileri, imha etmişlerdi de, Turan'ın yolu mu açılmıştı? Bir zamanlar hayalini kurdukları gibi, Asya bozkırlarının "Türki" halklarıyla mı birleşip "kızıl elma" yiyip, "kımız sütü mü" içmişlerdi?

Hayır.

"Memleketin bütün kalelerine alınmamış, bütün tersanelerine girilmemişse" de, birinci dünya savaşı kaybedilmiş, Üç paşa (Enver-Talat-Cemal), iki Doktor (Nazım ve Bahaaddin), Azmi ve Bedri Beyler, 1/2 Kasım 1918 yılında Alman savaş gemisiyle kaçmışlardı.

Savaş ortamında, Ermenilerin çığlıklarını duyan olmadı. Osmanlıların müttefiki ve akıl hocaları olan Almanlar-şimdi Kürt sorununda olduğu gibi- durumu görmezlikten geldiler ve kim bilir, otuz küsur yıl kadar sonra vuku bulacak olan Yahudi soykırımı için deneyler edindiler. Hitler 1938 yılında "Sonuç olarak bugün Ermenilerin imha edilmesinden söz eden var mı?" sorusunu sorduğunda, 1915 yılı soykırımı gerçekten de vicdanların unutulmuş bir köşesine atılmıştı.

Atatürk Cumhuriyeti, Türklüğe dair tüm olumsuzlukları yok kabul ederek, yakın ve uzak tarihi yeniden yazdı. Atatürk tarihi nutkuyla tarihin çerçevesini çizdi ve sonraki kuşaklara neyin "doğru" olduğunu otuz altı saat konuşarak anlattı.

Atatürk bu sorun üzerinde çok konuşmak istemediğinden olmalı tarih kitaplarında 1915 yılı Çanakkale kahramanlıklarıyla, Anafartalar muharebesiyle ibaret kaldı.

Yalanlar üst üste yığılmaya başladı. Üst üste yığılan yalanların da bir kusuru vardı. Birikmiş yalanlar çöplüğüne benziyordu. Ümraniye çöplüğü altında sıkışmış metan gazı gibi, gerçekler de zaman zaman yalan çöplerin altında patlıyordu.

Yalanlar çöplüğünün kayda değer artıklarından birisi olan Kamuran Gürün'ün "Ermeni Dosyası", mesela Hitler'in yukarı da anılan sözü söylemediğini (sanki Hitler o sözü söylemese, kimse öldürülmemiş olacak!) ya da Talat Paşa duruşmasına sunulan kimi belgelerin sahte olduğunu (sanki belge kıtlığı varmış gibi!) kanıtlamak için Mayk Hammer'i gözden düşürecek çabalara girişiyor. Bu arada müthiş bir ustalıkla da "İstanbul Mahkemelerini" gözlerden ırak tutuyor.

Belge yayınları tarafından yayınlanan, mahkemede de beraat eden (Çünkü Yargıtay kararına göre kışkırtılacak sayıda Ermeni kalmamış!) V.H. Dadrian'ın, "Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosid- Belge Yayınları" adlı incelemesi de tam bu konuyu, 1919 yılı içinde İstanbul'da yapılan ve bir ulusun kendini yargılama girişiminin başarıya ulaşmayan ilk örneği olan Divanı Harb Mahkemelerini konu ediniyor.

B-      ŞEHİTLER ve KATİLLER

Bugün Urfa Şehit Nusret İlkokulunun ön sırasında oturan ve yürürken "kürt kürt" sesler çıkaran mavi önlüklü çocuk, muhtemelen okulunun adının nerden geldiğini bilmiyordur. Öğretmeni belki de Şehit Nusret'in, "Dağdakilere" karşı savaşan "Jandarma Komanda eri ya da erbaşı" olduğunu düşünmektedir. Valinin ise artan bombalı saldırılar yüzünden, Şehit Nusret'i düşünecek huzuru kalmamıştır.

İlkokuldan başka adı bir sokağa ve bir de kasabaya verilen Şehit Nusret, tahmin edildiği gibi "Dağdakilere" karşı savaşırken şehit düşmedi. Şehit Nusret, Kıbrıs çıkarmasına da katılmadı. Ne Kore'ye sevk edildi, ne de Sakarya Meydan Muharebesine katıldı.

Peki kimdi bu Şehit Nusret? Memlekete ne yararlılıklar göstermişti ki, adı oraya buraya verilip duruyordu?

Peki şu Boğazlayan'da, hani adına uygun olarak, on binlerce Ermeninin boğazlandığı yerde, hani şu Talat Paşa Davası tanıklarından Patrik Krikoris Balakyan'ın "en kanlı yollardan biri" olarak tanımladığı Yozgat-Boğazlayan'da, heykeli dikilen "Milli Kahraman Kemal" (Sakın Gazi'yle karıştırılmasın!) kimdi?

Ve neden "Ermeni Dosyası'nda" dünyanın en ücra köşelerinden kaynak gösteren, "tiziz ve iş bilir" araştırmacı, devletimizin sevgili kulu Kamuran Gürün, yerli malı olmakla kalmayıp, resmi gazete de olan Takvim-i Vekai'de tefrika edilen, o dönemin gazetelerinde (İkdam, Alemdar, İleri, Ati, Sabah, Tasvir-i Efkar, Vakit) geniş yer verilen Divanı Harb Davalarına ilgisiz bir tutum benimsemişti?

Kamuran Gürün ve "Türk Tezi Savunucuları", mesela söz konusu davalara dair iddianamelere, dava dosyasında yer alan çoğu şifreli telgraf olan 41 resmi belgeye, esas karar ve karar gerekçesine, neden şöyle bir göz atma gereği duymamışlardır?

Hiç olmazsa, daha sonraları Parlamento başkanlığı da yapmış, İstanbul Üniversitesi Hukuk Profesörü C. Arif'in başkanlığındaki savunma avukatlarının itirazlarını tezlerine dayanak yapabilirlerdi!

Yapamazlardı çünkü, Avukatlar, iddianamede belirtilen Ermeni katliamına dair suçların adi suçlar olmadığını, hükümet tarafından çıkarılan ve irade ile onaylanan Tehcir Yasası'nın uygulanması çerçevesinde gerçekleştiğini ileri sürmüşlerdi ki, bu, Ermeni Soykırımının planlanmış, devlet eliyle yürütülmüş, merkezi bir soykırım olduğunun başka bir ifadesi olmaktaydı.

Yukarıda adları anılan Şehit Nusret ile Kahraman Kemal, 1919 yılında 17 idamla sonuçlanan "Divanı Harb" mahkemelerinde hesap veren ve idam cezaları yerine getirilen üç sanıktan ikisiydi sadece. (İdam cezası yerine getirilen üçüncü kişi Erzincan Jandarma komutanı Hayran Baba lakaplı Hafız Abdullah Avni'ydi.) Daha Cumhuriyet ilan edilmeden ikisi de şehitlik ve kahramanlık mertebesine yükseltilmişlerdi.

Boğazlayan (daha sonra Yozgat) Kaymakamı Kemal, Divanı Harb yargılamalarının ilki olan ve "Yozgat Davası" olarak bilinen yargılamanın esas sanığıydı ve 8 Nisan 1919 günü Ermeni katliamı nedeniyle idama mahkum edildi.

5. Şubatta başlayan ve toplam 17 duruşmadan oluşan Yozgat Davası'nın 22. Şubat 1919'daki 9. oturumunda Tehcirin "katliamla" eş anlamda kullanıldığını kanıtlayan 12 telgraf okundu.

“Bunların hepsi yalandır“ dedi Kemal Bey mahkemedeki sorgusunda, “Reis Pasa, ben bunların ne dedikleri Keller köyüne gittim, ne de oradan geçtim... Burada vuku bulduğu söylenen cinayetlerden de haberim yoktur. Hele parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek!... Esasen hiçbirini ispat edemezler... Fakat benim haberim olmadan bir şey olmuşsa bilemem... İlk defa burada, mahkeme huzurunda bu şikayetlerle karşılaşıyorum.“

Reis Paşanın, Kahraman Kemal'e özel bir garezi yoktu ama, Osmanlı kaynaklarına göre 33.133 Ermeni'nin yaşadığı Yozgat'taki Ermenilerin hemen tümünün imha edilmesinden yörenin yetkilisinin hiç haberdar olmadığına da aklı basmamıştı. Bu kadar da değil: Yozgat kararı, bugün bile Ermeni soykırımını "sabotaj yapan ve isyana kalkışan Ermenilere Karşı bir misilleme" olarak savunan Türk tezi savunucularının gözde argümanını da reddetmişti.

"Bu koşullar davalıların itham edildikleri suçları işlemesini haklı çıkarmaz. Ayrıca, Ermeni halkının sadece önemsiz bir bölümü bu tür eylemlere kalkışmıştır; çoğunluğu sadakatlerini gösterdiler." (Takvim-i Vekai, no 3617, 7 Ağustos 1919, akt. H.V. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosit, s.97)

Sonuç ta Yozgat- Boğazlayan civarındaki Ermeni katliamından sorumlu tutulan Kahraman Kemal idama mahkum edildi. "A. Alper Gazigiray'ın "Ermeni Terörünün kaynakları" başlıklı kitabında yazdığına göre, idam sehpasına çıkmadan evvel, “Sevgili Vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum, Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir..." (s.533) şeklinde konuşma yaptı. Böylece, asıl suçluların yukarılarda aranması gerektiği ifade eden ve daha sonra Ankara Hükümeti tarafından, itibarı iade edilen Kahraman Kemal, istemeden de olsa tarihe önemli bir not düşmüş oldu.

C-      ANA DAVA

Yıllar sonra anılarında, Diyarbakır Valisi Dr. Reşit ile ilgili anılarını da yazacak olan M.Şükrü (Bleda), yargılamaların kendilerine kadar uzanacağını hissetmiş olmalıydı ki, 8 Nisan 1919 tarihli Yozgat kararını ”Türk ulusun mahkum edilmesi” olarak niteledi. (M.Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, s.124, 1979 baskısı.)

M. Şükrü Bleda, İttihat ve Terakki merkez komite genel sekreteriydi. Yedi Cemiyet yöneticisinin (Enver, Talat, Cemal, Dr. Bahaaddin, Dr. Nazım, Trabzon Valisi Azmi ve Bedri Beyler) kaçtığı gece son anda Talat Paşa’nın isteği üzerine Türkiye'de kalmıştı. Kaçaklar daha savaş gemisiyle Sivastopol’e (daha sonra da Berlin’e) varmadan, Bir Milletvekili (Fuat) Sait Halim ve Talat paşa kabinelerinin Divani Ali’de yargılanmaları için parlamentoda soruşturma önergesi verdi. Soruşturma önergesindeki on ayrı suçlamanın ikisi Ermeni Katliamı ile ilgiliydi. Üyeleri kura çekilerek kurulan Meclisi Mebusan Beşinci Şube Tahkikat Komisyonunun çalışmaları bazı sonuçlara ulaştı.

Komisyon 12 Aralık 1918’e kadar on beş bakan ve iki şeyhülislamın sorguya çekildiği 14 celse düzenledi. İtiraflarda bulunanlar oldu. Mesela Adalet Bakanı İbrahim Bey, Ereni Tehciri için çok sayıda adi suçlunun hapishanelerden salıverildiğini, vahşetten kollektif olarak Bakanlar Kurulunun ve kendisinin sorumlu olduğunu kabul etti. Aşırılıkların ise ”hükümetin bilgisi dışında” geliştiğini ileri sürdü. Bir milletvekili ”Hükümet işitmemiş ne demek, bir gün değil, bir buçuk sene devam etti.” şeklinde itiraz edince de, suçu askeriyenin üzerine yıktı.

Adalet Bakanı'nın, sorgusu sırasında pek çok soruyu ”bizim haberimiz yoktu”, şeklinde yanıtlaması ifadesi üzerine, Sabah Gazetesi'nde Adalet Bakanı'na açık bir mektup yayınladı:

"Her sabah Talat'ın evine, o çete başından o iğrenç emirleri almak için damlamadınız mı? İttihat Partisinin karargahında alınan kararların bir sonucu olarak, masum Ermenileri yerlisi olduğu kasaba ve köylerin civarında baltalarla öldürebilsinler diyen gaddar katilleri İstanbul'un merkez hapishanesinden salıvermediniz mi? Vilayetlerdeki hapishanelere benzer salıvermeler için emir vermediniz mi? Genel amaç en kana susamış katilleri seçmek ve onları çete kadrolarına kaydetmek değil miydi? Ayrıca seçilmiş mahkumların arzuladığınız vahşet ölçüsünde cinayet işlemeye uygun olup olamadıklarını belirlemek için bir hekimi görevlendirmediniz mi?"(Sabah, 21 Kasım 1919, age. S.59)

Ahmet Refik, İki Komite İki Kıtâl’da yazdıkları da aynı yöndedir: "...İttihatçılar Ermenileri imha etmek ve bu suretle Vilayeti Sitte meselesini de ortadan kaldırmak istediler.... Harbin başlangıcında, Anadolu'ya İstanbul'dan birçok çeteler gönderilmişti. Bu çeteler hapishanelerden çıkarılan katillerden ve hırsızlardan mürekkepti. Bunlar Harbiye Nezareti meydanında bir hafta eğitim gördüler." (S. 157, Temel yay.)

Komisyon, birçok belgeyi güvence altın aldı. Bir kısmı Ermeni katliamlarıyla ilgili gizli emir ve talimatlardan oluşan belgeler İttihat ve Terakki Yöneticilerine karşı 27 Nisan 1919’da başlayan Divanı harb yargılamalarının en önemli delilleri oldular.

İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticilerine karşı açılan dava iddianamesi Müdefai Vatan Cemiyetinin (Osmanlı Çıkarlarının savunma Birliği), "ülkenin" yargılanacağı ve hüküm giyeceği "tarihsel bir doküman" olarak niteledi. Trabzon, Yozgat, Harput (Toplam on yedi dava, ayrıca açılıp da karar aşamasına gelmeyen 7 dava) gibi ikinci dereceden davalardan farklı olarak iddianame de 41 belgeden alıntı yapılıyordu. Bu belgelerin çoğunluğunu Dahiliye Nazırlığı ile, III ve IV. Ordu komutanlığı, V. Kolordu ve XV. Tümen Komutanlığı, Teşkilat-ı Mahsusa müdürlüğü, Ankara Vilayeti, İstanbul Merkez Komutanlığından başka bir çok vali ve kaymakam ile yapılan yazışmalar ve şifreli telgraflar oluşturuyordu.

İddianamede 'Ermenilerin katli ve imhasının İttihat ve Terakki Merkez Komitesi'nin aldığı kararların bir sonucu olduğu" belirtiliyor, "derin ve kapsamlı müzakereden" sonra bir plan dahilinde "sözlü ve gizli emir ve talimatlarla yürütüldüğü, şifreli olarak gönderilen bu emirlere her defasında "okunduktan sonra yok edilmesi" notunun düşüldüğü, belirtiliyordu.

İddianame, bugün de öne sürülen "askeri gereklilik" ve "sadakatsizlik gösteren cemaatın cezalandırılması" şeklindeki gerekçelere karşı çıktı. Bu gerekçelerin ermeni katliamları için bir bahane olduğunu, belirli bir olay ve yöre ile sınırlı kalmadığını, kapsamlı ve merkezi imha planının, çözülmemiş sorunları nihai olarak çözme amacını taşıdığını belirtti. "Tehcir"in "Ermenilerin imhasını" amaçladığını kanıtlayan şifreli telgraflardan birinde Teşkilat-ı Mahsusa Şefi Dr. Bahaaddin Şakir, Harput Bölgesi sorumlu sekreterine "Oradan sevk edilen Ermeniler tasfiye olunuyor mu?... Yoksa sadece sevk ve izammi olunuyor. Vazihen bildiriniz." talimatına da yer veriliyordu. (Takvim-i Vekai, 3772, 10 Şubat 1919, age.)

Sonuç olarak iddianame, bugünkü Türkiye tezinin argümanlarının tümünü reddederek, "tehcir"in katliam bahanesi ve katliamı gizleyen bir maske olduğunu ve saptanmış bu gerçeğin "iki kere ikinin dört etmesi kadar açık" olduğunu belitti.

Toplam 14 duruşmanın yapıldığı davada mahkeme, 5 Temmuz 1919'da sonuçlandı. Bakanlar, özellikle iki nedenden Türkiye'yi Birinci Dünya Savaşı'na sokmak ve Ermeni soykırımını gerçekleştirmekten suçlu bulundular.

Enver, Talat, Cemal Paşa, Dr. Nazım, 45. Maddenin 1. Paragrafına göre gıyaplarında ölüme mahkum edildiler. (Dr. Bahaaddin Şakir de Harput Davası'nda ölüme mahkum edildi.) Diğer bakanlar Kurulu üyeleri on beşer yıl küreye mahkum edildiler.

İdama mahkum edilenlerden Talat (15 Mart 1921-Berlin), Dr. Bahaaddin Şakir ve Trabzon valisi Azmi (17 Nisan 1922-Berlin), Cemal (21 Temmuz 1922-Tiflis) ve on beş yıl küreye mahkum edilen Sait Halim (6 Aralık 1921-Roma) "intikamcı" Ermeniler tarafından öldürüldüler. Enver paşa, Pamir'de Bolşeviklere karşı savaşırken öldü.

Doğal olarak Divanı Harp kararları Atatürk'ün ve Türklüğün amaçlarıyla çelişiyordu. Rum halkının kökünü büyük ölçüde kazıdıktan ve Anadolu büyük ölçüde homojenleştirildikten sonra, nihayet 31 Mart 1923'de Divanı Harb tarafından yargılananlar için genel af çıkarıldı.

Sonra katiller adım adım şehitlik mertebesine yükseltildiler (Dr. Nazım hariç. O, Atatürk'e suikast iddiasıyla 1926 yılında asıldı). Salamon Teliryan tarafından öldürülen Talat Paşa'nın kemikleri Hitler tarafından ikinci dünya yıllarında Türkiye'ye gönderildi. Milli Şef'in katıldığı devlet töreniyle defnedildi. Doksanlı yıllarda da Enver Paşa'nın naaşı Hürriyet ve Ebediye Tepesinde toprağa verildi.

Ve bizler, oğullar ve torunlar, buğday başaklı Anadolumuzda, ayçiçekli Trakyamızda, Ulusal Kurtuluş savaşının aslında "Ermenilere ve Rumlara karşı yapıldığını" göremiyoruz (Taner Akçam/ M.Dabag). "Vatandaş Türkçe konuş!" gibi ulvi bir görevden geri duranlar için, kahraman ordumuzu, kahraman polisimizi, gün görmüş hapishanelerimizi, asırlık yasalarımızı devreye sokuyoruz. Yüzyılın başında kana buladığımız topraklarda şimdi Kürtleri nefessiz bırakmak için elimizden geleni yapıyoruz.

Ne mutlu bize, bir devletimiz var bizim.

Bir de utançlarımız!


Yazının devamı ERMENİ SOYKIRIMI YARGI ÖNÜNDE - 2 BURADA >>>