“Devrim'i satın alamazsınız

Devrim'i yapamazsınız

Devrim olabilirsiniz ancak

Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir”

Ursula K.Le Guin

***

Er, Olmuş, ermiş kökünden türeyen erk, güç kuvvet, nüfuz, hatır ve hüküm anlamlarını taşıyan bir kelime.

Er kökeni “kek” son ekini alarak olmuş, yetişmiş, ermiş (cinsel anlamda) cin anlamında tüm canlılar için kullanılmaya başlamış olmakla birlikte daha çok insanı anımsattığı için de insana yakıştırılmış.

“Erkek” kelimesi, sömürünün başlamasıyla birlikte de sömürüyü belirleyen cins, savunucusu ve simgesi halini almış.

Çok fazla bilimsel derinliklere girmeden asıl konuyu anlatmaya çalışacağım.

İnsanlar, meyve, bitki ve kökleriyle beslendikleri dönemde, cinsler arasında herhangi bir üstünlük kurma girişimi yoktu/olmadı. Böyle bir gereksinim de yoktu.

İnsanlar birbirine ihtiyaç duymadan gıda ihtiyaçlarını doğadan karşılayabiliyor, sadece doğaya ve kendisinden güçlü hayvanlara karşı birlik içerisinde yaşıyorlardı. Birlikte, topluluklar halinde yaşamanın amacı korunmaktı. Kadınlar, fiziksel olarak, çocuk doğurdukları ve yaşamın idamesini ellerinde bulundurdukları için genel anlamda saygısal bir üstünlüğe sahiptiler. Saygı temeline dayalı bu üstünlüklerini güç olarak kullanmadılar.

Toplumsal yaşam içerisinde sınıfsal veya güce dayalı üstünlükler olmadığından da huzursuzluk veya kaosa varacak karmaşaların yaşanmasına neden olabilecek herhangi bir durum da olmuyordu.

Meyva, bitki ve kökleri doğada fazlasıyla vardı. İhtiyaçtan fazla olan gıda, gelecek kaygısı duyulmadan yaşamın devam etmesini sağlıyor, biriktirme, saklama, sonra kullanmak için depolama gibi ihtiyaçlarını da barındırmıyordu.

Bu basit, huzurlu, barış içerisindeki yaşamı bozan, bozulmasına neden olan doğa olaylarının patlak vermesiyle, bilimsel olarak “ilkel komünal toplum” olarak adlandırılan basit toplumsal yapının temelleri sarsılmaya başladı.

Kuraklık ve buzul çağları!

Kuraklık yaşanan bölgeler terk edilip yeni yerleşim alanları seçiliyor, dünya üzerinde büyük toplumsal göçler yaşanıyordu.

İlkel koşullarda bu tür göçler insanlar için oldukça zor, zahmetli ve yorucuydu. Zaman zaman yıkım sağlayan durumlar yaratıyordu.

Yiyecek bulmadaki zorluk, o güne kadar otçul yaşam süren insanları etçil yaşama doğru sürüklüyordu. Kuraklık nedeniyle yaşanan göç sürecinde de yeni yerler bulunana kadar gıda ihtiyaçları karşılanmalıydı. Bu durum, buzul çağlarını yaşayan toplumlarda da aynı süreçleri çağrıştırmaktaydı.

İnsanın ana sorunu gıda bulmak olmuştu. Bitkisel gıda bulmak zorlaştığından hayvansal gıdalara yönelme zorunluluğu ortaya çıkmış, bunun için çalışmalar başlamıştı.

Bir başka seçenek de vardı!

Ellerinde gıda malzemeleri bulunan toplulukların bu malzemelerine ortak olmak! Bu isteyerek olamayacağı için de kavgalar, savaşlar ve ölümlerin yaşanacağı sürecin de başına gelindiğinin göstergesi ortaya çıkmıştı.

İster gıda malzemeleri olan toplumların bu malzemelerini zor yoluyla almak, isterse de doğadan gıda ihtiyacı için hayvan avlamaya başlamak seçeneğinin ikisinde de ana ihtiyaç silahtı ve o güne kadar ihtiyaç duyulmadığından tasarlanmamış / icat edilmemişti!

İnsanların ellerinde topladıkları meyveler veya bitki kökleri toplamak için basit kesici aletleri vardı. Daha büyük, daha öldürücü aletlere ihtiyaç vardı. Sopalara bağlanan kesici taşlarla baltalar, hayvan kemikleriyle veya yine keskin taşlarla bıçaklar ve mızraklar yapılmaya başlandı.

Küçük hayvanlar çok hareketli ve hızlı olduklarından onları avlamak, ellerindeki basit araçlarla mümkün değildi. Daha yavaş ve hantal hayvanlar ise çok büyük ve bir kişi tarafından avlanamayacak güçteydi.

Diğer toplumlardaki gıda malzemelerini zor yoluyla gasp etmek de aynı koşulları istiyordu. Birlikte ve organize şekilde davranmak zorundaydılar.

Tam da bu noktada asıl sorun ortaya çıkıyordu. Bu süreçte, savaş veya av yoluyla gıda bulma sürecinde kadının yeri ne olacaktı?

Kadınlar, insan soyunun devamı için neredeyse durmaksızın hamile kalıp doğuruyorlardı. Hamilelik, çocukların bakılması, meyve ve bitkilerle gıda ihtiyacının sağlandığı dönemlerde sorun yaratmıyor, erkeğe bağımlılık gibi bir durum ortaya çıkarmıyordu. Zaten doğurganlığı ve insan soyunun devamının elinde olması nedeniyle toplum içindeki mevcut saygınlığı da vardı.

Ancak gelinen süreçte, gıda bulma, gıdasal ihtiyacını karşılama konusunda kadının fazlaca yapabileceği bir iş/eylem kalmamış gibiydi. Savaşmak ve avlanmak, hamilelik ve çocukların bakımı, emzirme gibi koşullar dikkate alındığında kadın için zor, zorun ötesinde imkansızdı! Bu durum kadının toplumsal konumunu da etkiliyordu. Ava ve ya savaşa katılamayacak olan kadınlar koşullar gereği erkeğe ve onun sağlayacağı gıdasal malzemelere ihtiyaç duyacak ve bu sayede de bağımlı olacaktı.

Önceleri bu durum, mevcut toplumsal saygınlık içerisinde fazlaca göze batmadıysa da özellikle savaşlar sonrası, gıdaları yağmalanan toplumlardaki insanların köleleştirilmesiyle kadının toplumdaki yeri sarsılmaya başladı.

Gıda konusunda doğal koşullarda olumsuzluk yaşamayan Nil, Mezopotamya, Ganj ve Amazon vadileri gibi coğrafi alanlarda toplumsal yapı içerisindeki kadının yeri, olumsuzluk yaşayan toplumlardaki kadının toplumsal yerinden çok daha iyiydi.

Gıda sağlama nedeniyle, mecburiyetten başlayan savaşlar daha sonra köleleştirmenin üretimde kolaylıklar sağladığı görüldüğü andan sonra farklılaşmaya başladı ve savaşın amacı değişti.

İnsanların ve toplumların köleleştirilmesiyle birlikte, bunu sağlayan/oluşturan erkek gücü de kendisini yeni sistemin efendisi olarak görmeye başlamasına bu durumun kadınların toplumsal yerini erkekler tarafından sorgulanmasına ve onların da üzerinde egemenlik kurma isteğine götürdü.

Kölecilikle birlikte, köle sahipleri asil ve soylu olarak nitelenen sınıfsal varlığı içinde erkekler, özellikle de o güne kadar soyu belirleyen kadını aile kurumu içerisinde köleleştirerek soyun kendisi tarafından belirlenmesini, böylece soy üzerindeki kadın egemenliğine son verilmesini gerçekleştirdi.

Kadın zincirsiz köle olmuştu! Evlilik kurumu sayesinde erkek kendi soyunu belirliyor, kadın üzerinde de egemenlik haklarını kullanıyordu.

O günden bu yana değişmeyen erkek egemen güç, sömürünün temsilcisi oldu. Erkek egemen güç kırılmadan ne sömürünün ortadan kaldırılması ne de kadının özgürleşmesi mümkün olamadı, olmadı.

Sömürü sisteminin ortadan kaldırılmasını, eşit, adil ve özgür bir toplumsal yapının kurulmasını hedefleyen Sosyalist insanların da kafalarına yüz yıllardır işlenen erkek egemen düşünceyi ne yazık ki sosyalistim diyen insanların henüz kıramadıkları açıktır. Düşüncede ne kadar sosyalist olurlarsa olsunlar yaşam içerisindeki koydukları tavırlarda kokusu gelen erkek egemen anlayışın kırılamadığı çok açıktır.

Bu nedenle de asıl görev kadınlara düşmektedir. Kadınlar erkek egemen anlayışı yok etmedikçe, bu konuda dişe diş mücadelelerini vermedikçe, sosyalist sistem kurulsa bile özgür birey olamayacaklarını bilerek yaşamak zorundadırlar.

Amacım, bir erkek olarak kadınlara öğüt vermek veya yol göstermek değil, onlara bir erkek olarak, gerçek düşmanlarının bizim düşüncelerimizde yattığını göstermektir.

Beyinlerimizin en gizli kıvrımlarına sakladığımız ve gerektiğinde kullandığımız erkek egemen düşüncelerimizi, bize sağladığı çıkarlar nedeniyle biz erkekler kırıp atamıyoruz. Bunu yapabilecek ve erkek egemen anlayışı ve sistemi, sonsuza kadar toprağın dibine gömecek tek güç kadınlardır.

Dünyayı acılara boğan, sömürü sisteminin temelini oluşturan, ondan beslenen erkek ve erkek egemen anlayış yok olmadan özgürlük, eşitlik ve adalet olmayacaktır ve bunu erkekler yapamaz…