Kitaplardan farklı olarak bir filmin en olumsuz yanı, belki de en kötü kaderi, gösterime girdiği gün ya da hafta içinde üzerine söylenecek her ne varsa söylenmiş ve unutulmuş olmasıdır. Yeniden baskısı yapılmış bir romanın ya da bir şiir kitabının durumu gibi en başından başlanmaz her şey. Sabun köpüğü misali bir anda köpürüp kaybolur burada. Bir hafta içinde kayıtlara ne geçmişse ondan geriye kalan da odur. Oysa yüzlerce yıl hatta binlerce yıl önce yazılmış bazı kitapların sanki ilk baskısı dün yapılmış gibi hakkında taze yazılar yazılır. Bu kitaplarla ilgili konuşulur, tartışılır ve seminerler verilir. Elbette doğrusu da budur.

İyi bir roman iyi bir sanat eseri olabileceği gibi, iyi bir film de iyi bir sanat eseri olabilir kuşkusuz. Buna kimsenin itiraz edeceğini de sanmıyorum. Hatta bazı filmlerin içindeki derinlik onlarca adı şanı yüce kitaplardan fazla olabilir. Kelimelerin içimize daha fazla işlendiğine inananlardan olsam da bunu sık sık dile getirenlerden değilim. Kelimeler de hikâye anlatır, sinema da hikâye anlatır, müzik de… Türleri değil, beni etkileyen hikâyenin kendisidir ve anlatım şeklidir. Sözgelimi, Loreena Mckennitt’ın şarkı sözlerinin tekini dahi anlamam ama en güzel hikâyeleri onun müziğinde ve sesinde dinlemişimdir. Bu yazıda sinemayı romanlarla ya da müzikle kıyaslayacak değilim. Bu günlerde sinemanın roman veya benzeri türlerden daha zor şartlarda olduğunu söyleyecek kadar da çıldırmadım. Sinema altın çağını yaşıyor ve kim bilir belki de daha birkaç yüz yıl daha yaşar, bunu bilemem. Gelelim asıl konumuza:

Öğrenme ya da iktidar, ya da köle ve efendi nerede başlar? Giorgos Lanthimos’un 2009’da gösterime giren ancak benim daha geçenlerde tekrar izleme şansını bulduğum “Köpek Dişi” filminden sonra cevabım yine “aile” oldu. Bazı okurların “Günaydın” dediğini duyar gibiyim. İyi de, okuduğumuz romanların ve hikâyelerin ya da izlediğimiz çoğu filmlerin konusu genellikle aile içindeki iktidar ve yansımaları değil midir zaten. Elbette öğrenmenin, buna Tanrı inancı da dâhildir, ailede başladığını biliyorum. Ama bahsi geçen konunun olabilecek en korkunç sonucunu bir sanat eserinde önüme sunulması ve bu konuyla ilgili hislerimin ve düşüncelerimin netleşmesi kendi adıma önemlidir.

Diyelim ki ıssız bir ada da, ya da insanlardan ve dış dünyadan tamamen yalıtılmış bir ortamda doğdunuz. Bu bir apartman dairesi ya da şehir dışında çevresi kale gibi duvarlarla örülü bir ev de olabilir. Seçim sizin… Anne babanız ve kardeşlerinizle yaşıyorsunuz. Görünüşte her şey olağan görünür. Diyelim ki anne ve babanız sizlerle bir oyun oynamak istediler. Ve bu oyunun ilk kuralı kelimeleri zıddıyla anlamlandırmak olsun: savaş, barış anlamına gelmekte; barış ise savaş anlamına. Dışkı, en güzel kokulara sahiptir; gül, iğrenç bir koku yayar; özgürlük, tutsaklıktır; tutsaklık ise özgürlük; hapishanenin anlamı yeryüzünü keyifle dolaşmaktır; siyah, beyazdır; beyaz, siyahtır; vs.vs. Tabii bu arada bu kelimelerin anlamlarını anlamlandırdığımız kelimelerin anlamları da değişmiştir. Ebeveynlerin oyunu bununla da kalmayacak: dış dünya tehdit oluşturduğuna göre kardeşler arasında cinsel ilişki meşrudur. Ve daha bir sürü şey. Söylediklerim adı geçen filmde tamı tamına bu şekilde geçmiyor olabilir. Eksik anlatmış ya da kendimden de bir şeyler katmış olabilirim. Yine de bu filmin hakkını bu yazıyla ödeyebileceğimi sanmıyorum.

Giorgos Lanthimos’un “Köpek Dişi” filmi kendi ebeveynlerin dahi olsa iktidarın kökeninde ne denli sapıkça bir düzen kurulduğunu gösteren gerçek bir sanat eseridir. Hele iktidarların çalım atıp bol bol gol attığı ve fillerin ayakları altında ezilen çimler misali halkların olduğu bu coğrafyaya baktığımızda bu filmi tekrar tekrar izlememiz gerektiğidir.