Yunanistan'da bugün yapılacak seçimlerden artık hemen hepimizin tanır hale geldiği SYRIZA'nın (yani Radikal Sol Koalisyon'un) birinci parti olarak çıkması ve bir sol hükümetin kurulmasının gündeme gelmesi, olur olmaz kullandığımız için tüm ağırlığını yitirip bir retorik klişeye dönüşen “tarihsel” sıfatını bu sefer gerçekten hak eden bir gelişme olacak.  

Foti Benlisoy / Evrensel

Yunanistan'da bugün yapılacak seçimlerden artık hemen hepimizin tanır hale geldiği SYRIZA'nın (yani Radikal Sol Koalisyon'un) birinci parti olarak çıkması ve bir sol hükümetin kurulmasının gündeme gelmesi, olur olmaz kullandığımız için tüm ağırlığını yitirip bir retorik klişeye dönüşen “tarihsel” sıfatını bu sefer gerçekten hak eden bir gelişme olacak.

Seçimlerle sosyalizm falan gelmeyecek elbette. Ancak Avrupa kıtasında ilk defa neoliberal yapısal uyum programlarına karşı şu ya da bu ölçüde tavır koyan bir siyasal iktidar gündeme gelecek. Yapısal uyum ve kesinti paketlerinin geri döndürülemez olduğuna dair kanaat sarsılmış olacak. SYRIZA’nın seçimlerden galip çıkması halinde bunun tüm Avrupa'da neoliberalizm karşıtı toplumsal mücadeleleri kızıştıran bir katalizör etkisi yaratacağı, kıta ölçeğindeki siyasal güç dengelerinde bir dönüşümü kışkırtacağı aşikâr (sırada belki PODEMOS, sonra da SinnFein var). Dolayısıyla SYRIZA hakkında kanaatimiz ne olursa olsun tayin edici önemini hiçbir şekilde es geçmememiz gereken bir dönemeçteyiz.

Yunanistan’da 2010-2012 yıllarında özellikle etkili olmuş kitlesel ve militan mücadelelerde son iki senede belli bir gerileme yaşandı. Bu yıllarda “sokağın” somut kazanımlar getirmemesi, hareketin “yorulması” gibi etkenler “seçimci” bir anlayışın hâkim olmasına neden oldu. Sokağın getiremediği değişimi sandığın getirebileceğine dair inanç yaygınlaştı. Bu gelişme aslında kaçınılmaz değildi. Solun (özellikle de SYRIZA’nın) ve sendikal hareketin liderliğinin bu dönüşümdeki, yani esas itibariyle seçim ve hükümet değişikliği temelinde bir perspektifin hâkim olmasındaki payı büyüktü.

Bu hareketin, yani Yunanistan’a dayatılan sosyal felakete karşı direnişlerin yenilmiş olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine, Yeni Demokrasi önderliğindeki koalisyon hükümetini “doğal” ömrünü tamamlayamadan seçimlere gitmeye mecbur bırakan gelişme, “sokakta” kısmi de olsa yeni bir canlanmanın meydana gelmesi ve hükümetin toplumsal tepkiler karşısında yeni “kesinti tedbirleri” uygulayacak güce sahip olamayacağının anlaşılmasıydı. 2012 seçimlerinin ardından gerçekleşen işçi mücadeleleri (özellikle çok sayıda ve uzun süreli sektörel grev ve direnişler) ve kitlesel antifaşist hareket, Yeni Demokrasi’nin “yasa ve düzen” temaları etrafında bir sağ hegemonya oluşturmasına mani oldu.

Bu iki yıllık dönemde SYRIZA, bilhassa partinin Tsipras etrafında toplanan merkez kanadı, bir hayli değişti elbette. Ülke içinde de uluslararası arenada da “yönetmeye ehil” ve “sorumlu” bir parti olduğu hususunu ispat adına iki sene öncesinde çok daha “radikal” olan söylem ve taleplerinde ciddi bir ıskontoya gitti. Yunanistan (ve elbet Avrupa’nın “güneyinde”) kapitalist krizin en akut tezahürü olan borç meselesinde mesela, “ödemiyoruz”dan AB ve IMF nezdinde alacaklılarla “sıkı pazarlık”a kadar geri gidildi. Eylül ayında ilan edilen “Selanik Programı”, alt sınıfların kimi acil taleplerine cevap verse de (asgari ücrette artış, toplu sözleşmelerin yeniden geçerli kılınması, elektriğin bedava olması vs.) örneğin bankaların ve finans sektörünün kamulaştırılması meselesi artık bütünüyle unutulmuş gibi görünüyor.

SYRIZA’da görülen ve esas itibariyle de parti yönetimindeki Tsipras ekibinin sorumlusu olduğu bu mutedilleşmesi karşısında partinin iktidara gelse de fazla bir şey değişmeyeceği kanaatini öne sürenler çoğaldı. SYRIZA’nın “PASOKlaşarak” iktidarda yenilenmiş bir merkez sol parti halini alacağını iddia edenler oldukça fazla. Oysa SYRIZA’nın yeni bir PASOK olması mümkün değil. SYRIZA iktidarda “sağ” politikalar uygulayabilir; ancak PASOK misali hem “aşağıdakileri” yatıştıracak, bazı taleplerini karşılayacak hem de “yukarıdakileri” tatmin edecek bir “orta yolu” hem de uzun süre takip edebilmesi zor. Kapitalist kriz (hele hele onun Yunanistan’da aldığı özgün mahiyet) böyle bir “ne şiş yansın ne kebap”yolunun sürdürülebilmesini güçleştiriyor.  

İstese de istemese de yerli ve yabancı sermayenin düşmanlığı ya da hiç değilse tepkisiyle karşılaşacak SYRIZA eksenli bir sol hükümet ya sağa kıracak, “memorandum” politikalarının yeni “taşeronu” olacak ve bu da partinin toplumsal desteğinin (tıpkı PASOK ve DIMAR gibi merkez sol oluşumlar misali) erimesi ve hatta parçalanma anlamına gelecek ya da “sola” kıracak, sermayenin basıncı karşısında“çatışacak”. Bu ikinci seçenekte hükümetin ayakta kalabilmesi, ancak toplumsal mobilizasyonu daha da kışkırtmasıyla, dolayısıyla her gün parlamenter piyasa düzeninin kural, kurum ve teamüllerin sınırlarını zorlamasıyla mümkün.

Yani eğer sol hükümet, alışılageldik hükümet etme biçiminde ısrar ederse, tek farkı bakanlık koltuklarını solcuların doldurması olursa, çok kısa bir zamanda yaratacağı hayal kırıklığının ve karşılaşacağı basıncın altında kalacaktır. SYRIZA’nın temel zaafıysa (programının ne kadar ılımlı olup olmadığı değil) şu son beş senede ülkenin siyasal coğrafyasını bütünüyle değiştiren toplumsal direniş ve mücadeleleri siyasal projesine dahil etmeyi önüne koymuyor oluşu. Hareketlere yapılan genel geçer atıflar haricinde toplumsal mücadeleler ve bu mücadeleler içerisinde oluşan öz örgütlenmelerin “sol” bir hükümetle nasıl ilişkileneceği, bu mücadelelerin taleplerinin hükümet nezdinde nasıl ifade bulacağına dair açık seçik bir tasarım yok.

Bunu şu son seçim sürecinde dahi gözlemek mümkün. SYRIZA sandığa, temelde bir “ana akım” parti misali hazırlandı. Kitlelerden “imtiyazlılarla” çatışmak ve alacaklılarla “sıkı pazarlık” etmek adına oy istemekle yetindi. Partinin kolektif organlarının zayıflayarak lider eksenli bir örgütsel modelin hâkim oluşu, partinin (giderek daha fazla) bir “seçim makinesi” olarak işliyor oluşu ve sabık sosyal demokrat ya da merkez sağ figürlerin partiye akın etmesi hep olumsuz işaretler.

Bu zaaflara karşın muhtemel bir SYRIZA iktidarı daha yoğun bir sınıf mücadelesi için bir kalkış noktası olabilir. SYRIZA’nın tereddüt ve eksikleri ne olursa olsun sağın yenilgisi, kitlelerin özgüvenini pekiştiren ve “iştahını açan” bir zafer olarak algılanacaktır. Parti ne kadar sağa kırmış olsa da solun hükümet olması, sermayenin siyasal hâkimiyetini destabilize eden bir faktör olacaktır. Ancak tayin edici faktör, SYRIZA’nın parlamento dışı toplumsal mücadelelerin önünü açıp açmayacağı, ya da açmak hususunda ne ölçüde istekli olacağı olacaktır.

SYRIZA (seçimi kazanırsa) iktidara gelir gelmez halen mücadele halindeki emekçilerin (örneğin kamuda işten atılan temizlik işçilerinin, özelleştirilen devlet televizyonu çalışanlarının) somut talepleriyle karşılaşacak. Bu talepleri yerine getirip getirmeyeceği, bu mücadelelerle nasıl bağ kuracağı olası bir SYRIZA hükümeti açısından bir turnusol testi işlevi görecek.

Avrupa’da II. Dünya Savaşı sonrasında görülmemiş bir şey olan bir “sol hükümet” olasılığı, sermaye açısından bir geri adım olacak elbette. Neoliberal itikatta böyle bir seçim zaferi dolayısıyla oluşacak çatlak, daha militan ve özgüvenli bir sınıf hareketi açısından önemli olanaklar yaratabilir. Ancak sermayenin sadece hükümet mevkiini sola bıraktığını, devlet mekanizmasını ve elbette ekonominin stratejik pozisyonlarını elinde tuttuğunu unutmamak gerek. Dolayısıyla “sokağın” muhtemel hamleleri karşısında “düzen partisi” yeni bir karşı saldırının hazırlığı için çok ciddi imkânlara sahip.

“Sol” bir hükümet kuruluşundan itibaren hem “yukarının” hem “aşağıdakilerin” talep, tepki ve basıncıyla karşı karşıya kalacak. SYRIZA “durumu idare etmeye”, “herkesi” tatmin etmeye çalışırsa kendi kuyusunu kazmış olacak. Toplumsal mücadelelerin hükümet vaat, eylem ve programıyla ikame edilmesi, sermayenin güçlerini toparlaması ve karşı saldırıya geçmesi için uygun zemini ister istemez yaratacaktır. “Sol” bir hükümetin oluşması ancak bu hükümete karşı yanılsamalar söz konusu değilse, toplumsal direniş ve mücadeleler bu hükümet karşısında bağımsız konumlarını muhafaza edip kendi kolektif eylem ve örgütlenme biçimlerine dayanırlarsa hareketin önünü açabilir. Aksi takdirde, yani esas itibariyle geniş kitlelerin taleplerini hükümet mekanizmalarına havale etmesi burjuva reaksiyonun önünü açacaktır.

Yapısal uyum reformlarına karşı bir sol hükümet kurulabilirse bu toplumsal mücadeleler açısından bir "mutlu son" olmayacaktır asla. Bir hükümet seçeneği, sınıf kavgasında, direniş ve mücadelelerinin daha da yoğunlaştığı, siyasal kutuplaşmanın daha da arttığı bir momenti teşkil edecek sadece. Bu nedenle sol hükümet ancak toplumsal seferberliği, direnişleri kışkırtarak, yoğunlaştırarak, onların önünü açarak ayakta kalabilir; onları atalete sürükleyerek değil. Hükümet ile toplumsal mücadeleler ve çeşitli taban inisiyatifleri-kolektif örgütlenmeler (mahalle komiteleri, kooperatifler, işgaller, vs.) arasında bir bakışımlılık yaratmak bu nedenle şart. Hükümet ancak bu ikincilere dayanarak, onların daha da gelişip yaygınlaşmasına hizmet ederek varlığını sürdürebilir. SYRIZA normal bir burjuva hükümeti gibi eylemeye başladığı andan itibaren, bütün halisane niyetlerine rağmen sonu ne çok uzak ne de hayırlı olacaktır.

Yazıya ayrıca fotibenlisoy.tumblr.com'dan da ulaşabilirsiniz.