Çeviren: Nuri Ersoy / http://www.bgst.org/keab/nc20121119.asp

Hapiste tek bir gece geçirmek bile dışsal bir gücün mutlak denetimi altında bulunmanın ne demek olduğu hakkında bir fikir edinmek için yeterlidir. Gazze’de, dünyanın en büyük açık hava hapishanesinde hayatta kalmaya çalışmanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlamak için burada bir gün geçirmek bile yeterli. Burada, dünyanın en yoğun nüfuslu bölgesinde bir buçuk milyon insan, tek amacı onları aşağılamak ve küçük düşürmek olan rasgele ve genellikle de vahşi bir teröre ve rasgele cezalandırmaya sürekli olarak maruz kalıyorlar. Bu terörün nihai amacı, Filistinlilerin makul bir geleceğe ilişkin umutlarını kırmayı ve haklarını temin etmek için diplomatik bir çözüm yolunda tüm dünyanın ezici çoğunluğunun desteğini boşa çıkarmayı garanti altına almak.

İsrail siyasi liderliğinin bu amaca kendisini ne kadar adadığı geçtiğimiz günlerde dramatik bir biçimde sergilendi: Eğer BM’de Filistinlilerin hakları sınırlı olarak dahi tanınırsa “deliye dönecekleri” uyarısında bulundular. Bu yeni bir şey değil. “Deliye dönecekleri” (“nishtagea”) tehdidi 1950’lerdeki İşçi Partisi hükümetleri zamanından beri derinde kök salmıştır. “Samson kompleksi” de öyle: Eğer kafamızı bozarsanız Tapınak duvarlarını yerle bir ederiz. [İncil’de Samson, Dagon Tapınağının iki sütununu kavrayıp tüm gücü ile kendine doğru eğerek yıkmış ve bu sırada kendisi de altında kalarak ölmüştür. –ç.n.] Bu o zamanlar baş bir tehditti, bugün öyle değil.

Bilerek küçük düşürme de yeni bir şey değil, ancak sürekli yeni biçimler alıyor. Otuz yıl önce en azılı şahinler de dahil siyasi liderler Başbakan Begin’e yerleşimcilerin hiçbir cezaya çarptırılmadan ve Filistinlileri nasıl düzenli olarak ahlaksızca taciz ettiğini şok edici bir şekilde ayrıntısı ile anlatan raporlar sunuyorlardı. Önde gelen askeri-siyasi yorumculardan Yoram Peri ordunun görevinin devleti savunmak değil, “yalnızca Tanrının bize vaat ettiği topraklarda yaşayan Arabuşimler (“pis zenciler” ya da “pis Yahudiler” gibi bir terim) oldukları için masum insanların haklarını ortadan kaldırmak” olduğunu tiksinti ile dile getiriyordu.

Gazeliler zalimce cezalandırılmak üzere özellikle seçilmişti. İnsanların böylesi varoluş koşullarında ayakta kalabilmesi mucize. Bunu nasıl becerdikleri, Raja Shehadeh’in hatıralarını aktaran Üçüncü Yol aldı mükemmel kitapta otuz yıl kadar önce tasvir edilmiş. Bu anı kitabı, vatanının zalim işgalciler tarafından bir hapishaneye çevrilmesini seyretmek zorunda kalan Shehadeh’in kaybetmeyi garanti altına almak üzere tasarlanmış bir hukuk sistemi içinde temel haklarını korumak gibi umarsız bir göreve soyunan bir avukat olarak çalışmalarını ve elinden “katlanmaktan” başka bir şey gelmeyen bir “Samid”, yani inatçı bir Filistinli olarak kişisel deneyimlerini ve çalışmalarını anlatmaktadır.

Shehadeh bunları yazdığından beri durum daha da kötüleşti. 1993’de büyük şaşa ile kutlanan Oslo anlaşmaları Gazze ve Batı Şeria’nın tek bir toprak olduğuna karar veriyordu. Ancak o zamandan beri ABD ve İsrail bu iki bölgeyi birbirinden tamamen ayırmak, böylece diplomatik çözümü bloke etmek ve her iki bölgede yaşayan Arabushim’leri cezalandırmak için kendi programlarını uygulamaya koydular.

Gazzelilerin cezalandırılması Ocak 2006’dan beri daha da şiddetli hale geldi. Bu tarihte büyük bir suç işlemişlerdi: Arap dünyasındaki ilk serbest seçimlerde Hamas’ı seçerek “yanlış yere” oy vermişlerdi. “Demokrasiye olan tutkulu arzularını” sergileyen ABD ve İsrail, utangaç AB’nin de arka çıkması ile önce zalimce bir yaptırımlar rejimi uygulamaya ve yoğun askeri saldırılara başladılar. ABD aynı zamanda hemen, söz dinlemez bir halk yanlış hükümeti seçtiğinde başvurduğu standart prosedürü uygulamaya koydu: düzeni sağlamak için askeri bir darbe hazırlamak.

Gazeliler bir yıl sonra darbe girişimi bloke ederek daha da büyük bir suç işlediler. Bu, kuşatmanın ve askeri saldırıların hızla tırmanmasına neden oldu. Bu durum 2008-2009 kışında yakın tarihteki en korkak ve vahşi askeri güç kullanımı olan “Dökme Kurşun Operasyonu” ile zirveye ulaştı. Kaçacak hiçbir yeri olmayan savunmasız bir halk, ABD silahlarına bel bağlayan ve ABD diplomasisi tarafından korunan dünyanın en ileri askeri sistemlerinden biri tarafından bitmek tükenmek bilmez bir saldırıya uğradı. Katliama, ya da kendi terimleri ile “çocuk katline” ilişkin unutulamayacak bir anlatı, acımasız saldırı sırasında Gazze’nin ana hastanesinde çalışan iki cesur Norveçli doktor, Mads Gilbert ve Erik Fosse’nin olağanüstü kitapları Eyes in Gaza’da [Gazze’de Gözler] sunulmaktadır.

Yeni seçilen Başkan Obama saldırı altındaki çocuklar için canı gönülden duyduğu sempatiyi tekrar dile getirmek dışında tek kelime bile edemedi –ama İsrail şehri Siderot’taki çocuklar! Dikkatlice planlanmış saldırı Obama göreve başlamadan önceki gece sonlandırıldı, böylece “geçmişe değil geleceğe bakma zamanıdır” diyebildi –tüm suçluların arkasına sığındıkları bir bahane…

Tabii ki bahaneler hazırdı –her zaman hazırdır. Gereksinim duyuldukça dile getirilen olağan bahane “güvenlik” idi: mevcut durumda Gazze’den atılan ev yapımı roketlerdi. Her zaman olduğu gibi bahaneler herhangi bir inandırıcılıktan yoksundu. 2008 yılında İsrail ve Hamas arasında bir ateşkese varılmıştı. İsrail hükümeti Hamas’ın bu ateşkese tam olarak uyduğunu resmen onaylamıştı. 4 Kasım 2008’de İsrail ABD seçimlerinin örtüsü altında ateşkesi bozana ve Gazze’yi komik bahanelerle işgal edip yarım düzine Hamas üyesini öldürünceye kadar tek bir Hamas roketi bile ateşlenmemişti. En yüksek düzeyde istihbarat yetkilileri, İsrail hükümetine suç teşkil eden kuşatmayı hafifleterek ve askeri saldırıları sona erdirerek ateşkesin yenilenebileceği konusunda tavsiyede bulundular. Ancak güya bir güvercin olan Ehud Olmert’in başbakan olduğu İsrail hükümeti bu seçenekleri reddetmeyi ve şiddet konusundaki muazzam karşılaştırmalı üstünlüğüne başvurmayı tercih etti: “Dökme Kurşun Operasyonu”. Temel gerçekler, Harvard-MIT dergisi International Security’nin son sayısında dış politika yorumcusu Jerome Slater tarafından bir kez daha yeniden ele alındı.

“Dökme Kurşun Operasyonu” sırasındaki bombardıman tarzı, Gazze’de yaşayan son derece bilgili ve saygın insan hakları savunucusu Raji Sourani tarafından dikkatlice incelendi. Sourani, bombardımanın kuzeyde yoğunlaştığına, herhangi bir askeri gerekçe sunulmadan en yoğun yerleşimlerin bulunduğu alanlarda sivilleri hedef aldığına dikkat çekiyor. Amacın korkan halkı güneye, Mısır sınırına sürmek olabileceğini söylüyor. Ancak Samidler ABD-İsrail kaynaklı terör çığı karşısında sıkı durdu.

Asıl amaç onları daha da öteye sürmek olabilir. Siyonist sömürgeciliğinin ilk günlerinde her politik görüşten Siyonistler Arapların Filistin’de bulunmak için hiçbir gerçek sebeplerinin olmadığını savunuyordu. Güvercinler, başka bir yerde daha mutlu olacaklarını, kibarca “transfer edilebileceklerini” öne sürüyorlardı. Bu tabii ki Mısır için hiç de azımsanacak bir sıkıntı değildi, belki de bu nedenle sivillerin ve hatta son derece gereksinim duyulan malların bile geçişi için sınırı açmıyorlar.

Sourani ve diğer bilgili kaynaklar Samidlerin disiplininin aslında bir barut fıçısının üzerinde oturulduğu gerçeğini gizlediğini kaydediyorlar. Bu barut fıçısı, hiçbir şekilde dikkat çekmeden ve herhangi bir kaygıya da yol açamadan yıllarca süren bedbaht baskıdan sonra Gazze’de 1989 yılında patlak veren ilk İntifada gibi her an beklenmedik bir biçimde patlayabilir.

Sayısız örnekten yalnızca birini ele alacak olursak, İntifada’nın patlak vermesinden kısa bir süre önce Filistinli bir kız çocuğu İntissar el-Atar okulunun bahçesinde, o civarda oturan bir Yahudi yerleşimci tarafından vurularak öldürüldü. Bu yerleşimci, uluslararası hukuka aykırı bir biçimde Gazze’ye getirilen ve muazzam bir ordu ile korunan binlerce yerleşimciden birisi idi. Bu yerleşimciler Gazze şeridindeki toprakların ve kıt su kaynakların önemli bir kısmına el koymakta ve İsrailli akademisyen Avi Raz’ın işlenen suçu tarif ederken söylediği gibi “1.4 milyon zavallı Filistinlinin ortasında 22 yerleşim biriminde lüks içinde yaşamaktadır.” Kızın katili Shimon Yifrah önce tutuklanmış ancak “suçun tutukluluk halinin sürmesini gerektirecek derecede ciddi olmadığına” karar veren mahkemede tarafından kefaletle serbest bırakılmıştı. Yargıç, Yifrah’ın kızı öldürmek istemediği, ona ateş ederek yalnızca korkutmak istediği yorumunda bulunmuş ve “bu, suçlu bir kişiyi cezalandırmayı, tutuklamayı ve hapse atarak ona bir ders vermeyi gerektirecek bir dava değildir” demişti. Yifrah 7 ay hapis cezasına çarptırıldı, o da ertelendi. Mahkemede bulunan yerleşimciler bu kararı duyunca şarkı söyleyip dans etmeye başladılar. Sonrasında da olağan sessizlik, rutin işler…

İşte böyle. Yifrah serbest bırakıldı. İsrail basını bir ordu devriyesinin Batı Şeria’da bir mülteci kampında 6 ila on iki yaş arası çocukların devam ettiği bir okulun bahçesine güya “korkutmak için” ateş açtığını ve beş çocuğu yaraladığını yazdı. Hiçbir soruşturma yürütülmedi ve bu haber hiç dikkat çekmedi. Bu, İsrail basının bildirdiğine göre bir tür “cahil bırakarak cezalandırma” idi. Bu cezalandırmalar içinde okulların kapatılması, gaz bombaları kullanılması, öğrencilerin tüfek dipçikleri ile dövülmesi, kurbanlar için tıbbi yardımın engellenmesi gibi şeyler vardı. Okulların dışında daha da büyük bir vahşet vardı, intifada sırasında vahşetin dozu daha da artıyordu ve tüm bunlar takdire şayan başka bir güvercin olan Savunma Bakanı Yitzak Rabin’in emri ile gerçekleşiyordu.

Birkaç günlük ziyaretten sonra ilk izlenimim şaşkınlık idi, yalnızca hayatın süregidiyor olmasından değil, özellikle de zamanımın çoğunu uluslararası bir konferansa katılarak geçirdiğim üniversitede gençler arasındaki canlılık ve hareketlilik karşısında hayrete düştüm. Ancak orada da baskının artık tahammül edilemez bir raddeye geldiğine ilişkin işaretler görmek mümkün. ABD-İsrail işgali altında geleceğin onlar için hiçbir şey getirmeyeceğinin farkında olan gençler arasında hayal kırıklığının alttan alta kaynadığına işaret eden haberler var. Kafese tıkılmış hayvanların bile katlanabileceğinden fazla sıkıntı var ve çirkin biçimler alabilecek bir patlama olabilir. Bu da, yapılanları mazur göstermek için çırpınan İsrailli ve Batılıların bu insanları üstünlük taslayan bir şekilde lanetlemeleri için bir fırsat doğurur. Zaten Mitt Romney’in gayet basiretli bir şekilde açıkladığı üzere bu insanlar kültürel olarak geri kalmışlardır.

Gazze tipik bir üçüncü dünya toplumuna benzemektedir. Yer yer zenginlik adacıkları korkunç bir fakirlik denizi ile kuşatılmıştır. Ancak “gelişmemiş” bir toplum değildir, Gazze üzerine çalışan önde gelen akademisyenlerden biri olan Sara Roy’un ifadesi ile “geriye götürülmüş” bir toplumdur ve bu geriye götürme gayet sistematik bir biçimde yürütülmektedir. Gazze şeridi varlıklı bir Akdeniz bölgesi haline gelebilirdi, zengin bir tarımı, bereketli bir balıkçılık endüstrisi, şahane plajları ve karasularında on yıl önce keşfedilen muazzam doğal gaz yatakları vardır.

Tesadüfen ya da değil, İsrail denizden uyguladığı kuşatmayı yoğunlaştırmakta ve balıkçı teknelerini kıyıya, şimdi de kıyıdan üç millik şeride doğru sürmektedir.

Gazze Şeridi’ne ilişkin olumlu beklentiler 1948’de sona erdi. Bu tarihte Gazze şeridi şimdi İsrail olan topraklardan zorla sürülen, ya da resmi ateşkes ilan edildikten aylar sonra bile topraklarından kovulan korku içindeki mültecilerden oluşan insan selini soğurmak zorunda kaldı.

Gerçekte Ha’aretz’de (25.12.2008 tarihli nüshasında) İsrail’in Aşkelon şehrinin Kenanlılardan günümüze incelikli bir tarihini yazan Beni Tziper’in belirttiği gibi ateşkesten dört yıl sonra bu şehirde yaşayan Filistinliler topraklarından kovuldu. Tziper, 1953’de “bölgeyi Araplardan temizlemek için soğukkanlı bir hesap yapıldığını” söylüyordu. Şehrin orijinal ismi olan “Majdal” da Yahudileştirilerek “Aşkelon” olarak değiştirildi.

Bunlar 1953 yılında oluyordu ve ortada hiç de askeri bir zorunluluk yoktu. Tziper 1953 yılında doğmuştu ve eski Arap mahallesinin kalıntıları arasında dolaşırken şöyle düşünüyordu: “ebeveynlerim benim doğumumu kutlarken başka insanların kamyonlara doldurulup evlerinden sürüldüğünün farkına varmak benim için çok zor olmuştu.”

İsrail’in 1967 işgali ve sonrası ise yeni yıkımlar getirdi. Daha sonra da yukarda değinmiş olduğumuz ve günümüze kadar devam eden suçlar işlendi.

Kısa bir ziyaret sırasında bile olanların izleri kolayca görülebiliyor. Sahildeki bir otelde otururken İsrail hücumbotlarının balıkçıları Gazze’nin kıta sahanlığından sahile doğru sürmek için açtığı makineli tüfek ateşini duyabiliyorsunuz. Böylece balıkçılar, ABD-İsrail’in yerle bir ettikleri atıksu ve enerji sistemlerinin yeniden kurulmasına izin vermemeleri sonucu yoğun bir şekilde kirlenen sularda balık avlamak zorunda bırakılıyorlar.

Oslo Anlaşmaları kapsamında bu çorak topraklarda bir zorunluluk olan iki adet tuzdan arındırma tesisi kurulmasını planlanıyordu. Bunlardan birincisi, gelişmiş bir tesis, İsrail’de kuruldu. Diğeri Gazze’nin güneyindeki Khan Yunis’teydi. Halka içme suyu sağlamaktan sorumlu olan mühendis, bu tesisin deniz suyu kullanmak üzere tasarlanmadığını, yalnızca daha ucuz bir proses olan yeraltı suyuna bağımlı olduğunu, bunun da zaten kıt olan yeraltı su kaynaklarını daha da kötüleştirdiğini, bu durumda ileride ciddi sorunlar çıkmasının garanti olduğunu söyledi. Buna rağmen su ciddi anlamda kıttır. Yalnızca mültecilere yardım eden ve diğer Gazzeliler hakkında sorumluluk üstlenmeyen Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu (UNRWA) yakın zamanda yayınladığı bir raporda akifere verilen zararın çok yakında “geri dödürülemez” boyuta ulaşacağı ve hemen düzeltici önlem alınmazsa 2020 yılında Gazze’nin “yaşanabilir bir yer” olmaktan çıkacağı uyarısında bulunmaktadır.

İsrail UNRWA projeleri için çimento girişine izin vermektedir, ancak devasa boyutlarda yeniden inşa gereksinimleri olan Gazzeliler için değil. Sınırlı sayıdaki ağır iş makinesi İsrail yedek parça girişine izin vermediği için atıl durumdadır. Tüm bunlar aslında Filistinliler 2006’da emirlere uymayı beceremediklerinde Başbakan Ehud Olmert’in danışmanlarından biri olan Dov Weisglass’ın tarif ettiği bir programın parçasıdır. “Bunun arkasındaki fikir” diyordu Weisglass, “Filistinlilere diyete sokmak, ancak açlıktan ölmelerine izin vermemektir.” Bu hiç de yakışık almazdı.

Plan itina ile uygulandı. Sara Roy akademik çalışmalarında buna bol miktarda kanıt sağladı. Yakın zamanda İsrailli insan hakları örgütü Gisha yıllar süren çabalardan sonra, hükümetin diyet planlarının ayrıntılarını ve bunların nasıl uygulandığının kayıtlarını açıklaması için bir mahkeme emri çıkartmayı başardı. İsrail’de yaşayan gazeteci Jonathan Cook bunları şu şekilde özetliyor: “Sağlık yetkilileri Gazze’nin 1,5 milyon sakini için yetersiz beslenmeye neden olmayacak minimum kaloriyi hesaplıyor. Sonra da bu rakamlar İsrail’in her gün Gazze’ye girmesine izin verdiği yiyecek yüklü kamyon sayısına tercüme ediliyor: günde ortalama 67 kamyon. Bu sayı mimimum gıda gereksiniminin yarısından azdır. Oysa kuşatma başlamadan önce 400’den fazla kamyonun girmesine izin veriliyordu.” BM yetkililerinin bildirdiğine göre bu tahminler bile oldukça bonkör tahminler.

Ortadoğu üzerine çalışan akademisyen Juan Cole’un gözlemlerine göre dayatılan bu diyetin sonuçları ortadadır: “Gazze’de yaşayan 5 yaşın altındaki çocukların yüzde 10’unun büyümesi yetersiz beslenme nedeniyle sekteye uğramıştır. Bunun yan ısıra anemi (kansızlık) oldukça yaygındır ve okul öncesi yaştaki çocukların üçte ikisini, okula giden çocukların yüzde 58.6’sını, ve hamilelerin üçte birinden fazlasını etkilemektedir.” ABS ve İsrail yalnızca hayatta kalmaya çalışmanın ötesinde bir beklenti olmamasını garanti altına almaya çalışıyor.

“Şunu akılda tutmak gerekir ki” diyor Raji Sourani, “işgal ve mutlak yalıtım özelde Gazze’de yaşayanların, genelde tüm Filistinlilerin sahip olduğu insan onuruna karşı devam eden bir saldırıdır. Filistin halkını sistematik olarak küçük düşürme, aşağılama, yalıtma ve parçalamadır.” Bu sonuç diğer kaynaklar tarafından da teyit edilmiştir. Dünyanın önde gelen tıp dergilerinden Lancet’te burayı ziyaret eden Stanford’lu bir doktor, tanık olduğu şeylerden dehşete düşmüş bir şekilde Gazze’yi “insan onurunun olmadığı durumu gözlemlemek için bir laboratuar” olarak tasvir etmektedir. Bu şartlar altında yaşamanın insanın fiziksel, ruhsal ve toplumsal refahı için “harap edici” sonuçları olduğunu söylemektedir. “Havadan sürekli olarak izlenmek, kuşatma ve yalıtma yoluyla topluca cezalandırılmak, evlere ve haberleşme hatlarına girilmesi, yolculuk etmek, evlenmek, ya da çalışmak amacıyla seyahat etmenin kısıtlanması Gazze’de onurlu bir yaşam sürmeyi zorlaştırmaktadır.” Arabuşimlere kafalarını kaldırdıklarında iyi bir ders vermek gerekir.

İsrail’e Batı destekli Mübarek diktatörlüğü kadar köle olmayacak Mısır’daki yeni Mursi hükümetinin kapana kısılmış Gazeliler için doğrudan İsrail denetiminde olmayan tek çıkış olan Refah sınır kapısını açabileceği yönünde umut belirmişti. Kapı yalnızca aralandı, ancak pek de açılmadı. Gazeteci Leyla Haddad, Mursi sayesinde kapının açılmasının “yalnızca geçmişteki statükoya dönmekten başka bir şey olmadığını” yazmaktadır: “yalnızca İsrail tarafından verilen kimlik kartları taşıyan Gazzeliler sınırı geçebilmektedir.” Bu durumda el-Haddad’ın ailesi de dahil olmak üzere Filistinlilerin çoğunluğu bu haktan yararlanamamaktadır, çünkü her ailede yalnızca bir kişinin kimlik kartı vardır.

“Dahası” diye devam etmektedir el Haddad “sınırdan geçmek Batı Şeria’ya sizi ulaştırmıyor ve İsrail denetimi altındaki sınır kapılarında kısıtlanmış olan ve inşaat malzemeleri ve ithal mallara uygulanan yasaklamalara tabi olan malların geçişine olanak da tanımıyor. Refah sınır kapısının sınırlı bir şekilde açılması, Gazze’nin ABD-İsrail’in Oslo Anlaşmalarının öngördüğü yükümlülüklerini ihlal eder bir biçimde denizden ve havadan kuşatma altında olduğu ve Filistinlilerin [işgal altındaki toprakların] geri kalan bölgelerindeki kültürel, ekonomik ve akademik başkentlerinden yalıtılmış olduğu” gerçeğini değiştirmemektedir.

Bunun etkileri acı bir şekilde görülmektedir. Khan Yunis hastanesinde ameliyathane şefi de olan müdür, ameliyat aletlerinin olmadığı gibi acı çeken hastalar için bile ilaçlarının olmadığını, bu durumun doktorları çaresizlik, hastaları da acı içinde bıraktığını öfke ve hiddetle anlatıyor. Kişisel hikayeler, zalim işgalin edepsizliğine karşı duyulan tiksintiyi daha da canlı hale getiriyor. Bu örneklerden biri genç bir kadının tanıklığı. Bu genç kadın mülteci kampında bir yüksekokul derecesine sahip olacak ilk kadın olarak babasının gurur duymasını sağlamak için çalışıyormuş. “Babam altı ay kanserle boğuştuktan sonra 60 yaşında vefat etti. İsrail işgali, tedavi için bir İsrail hastanesine gitmesine izin vermedi. Eğitimimi, iş hayatımı ve kendi özel hayatımı askıya almak zorunda kaldım ve gidip babamın yatak ucunda bekledim. Bir doktor olan ağabeyim ve bir eczacı olan kız kardeşim ile oturup hep birlikte elimizden hiçbir şey gelmeden umarsızca onun acı seyretmesini seyrettik. Babam 2006 yazında Gazze’ye uygulanan insanlık dışı abluka sırasında tıbbi yardıma çok kısıtlı bir erişim halinde öldü. Düşünüyorum da, güçsüz ve umarsız hissetmek sahip olunabilecek en öldürücü duygular. İnsanın ruhunu öldürüyor ve kalbini kırıyor. İşgale karşı savaşabilirsiniz, ama güçsüzlük duygusuna karşı savaşamazsınız. Bu duyguyu başınızdan bile savamazsınız.”

Edepsizliğe karşı duyulan tiksintiye suçluluk duygusu eşlik ediyor: çekilen acılara son vermek ve Samidinlerin hak ettikleri barış ve onur içinde yaşamalarına izin vermek bizim elimizde.


Bu makale ZNet'ten alınmıştır, orijinali için tıklayınız.