İngiliz Gazeteci Yazar Patrick Cockburn, Independent on Sunday Gazetesi'nde yayınlanan makalesinde; ABD istihbarat teşkilatı CIA, İngiliz İstihbarat Teşkilatı MI 6 ve Türkiye'deki Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin bir plan üzerinde anlaştığını öne sürdü.

Independent’taki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilen makale şöyle:

MI6, CIA VE TÜRKİYE’NİN SURİYE’DEKİ HAYDUT OYUNU

ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry ve Birleşmiş Milletler büyükelçisi Samantha Power, Suriyeli isyancılara daha fazla destek verilmesi için zorluyorlar. Bu, Suriye silahlı muhalefetinin, her zamankinden daha çok, inançları ve yöntemleriyle El Kaide’ye benzer cihatçıların hakimiyetinde olduğu yönündeki güçlü kanıtlara rağmen böyle. Kuzey Suriye’de, Lazkiye çevresinde ilk başta bir ölçüde başarılı olan son isyancı saldırısına, Çeçen ve Faslı cihatçılar önderlik ediyordu.

Amerika, Suriye silahlı muhalefetini destekleme işini vekil güçleri ve paravan şirketler aracılığıyla yaparak kendi rolünü gizli tutmak için elinden geleni yaptı. Seymour Hersh’ün geçen hafta London Review of Books’ta yayımlanan “Kırmızı Hat ve Gizli Hat: Obama, Erdoğan ve Suriyeli isyancılar” başlıklı yazısını oldukça ilginç kılan budur.

Dikkatler, 21 Ağustos’ta Şam’da düzenlenen sarin gazı saldırılarının, ABD’yi Başkan Beşar Esad’ı devirecek büyük çaplı bir askeri saldırı düzenlemek üzere kışkırtmak için, Türk istihbaratı tarafından desteklenen cihatçı grup Nusra Cephesi tarafından düzenlenip düzenlenmediğine çekildi. Eski bir ABD istihbarat yetkilisine ait olduğu söylenen, “Şimdi biliyoruz ki, bu [Türk Başbakanı Recep Tayyip] Erdoğan’ın adamları tarafından, Obama’yı kırmızı çizgiyi aşmaya zorlamak için planlanan gizli bir eylemdi” sözleri alıntılandı.

Hersh’ün iddialarını kıyasıya eleştirenler, kimyasal saldırıyla ilgili olarak bütün delillerin Suriye hükümetine işaret ettiğini ve Türkiye’nin desteği olsa bile Nusra Cephesi’nin sarin kullanacak kapasiteye sahip olmadığını savundu.

Hersh’ün makalesinin ikinci ve daha az önemli konusu ise CIA’in gizli hat dediği; Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’la gizli işbirliği içindeki ABD’nin denetiminde Suriyeli isyancılar için oluşturulan tedarik zinciriydi. Buna dair bilgiler, 11 Eylül 2012’de Bingazi’deki ABD konsolosluğunda ABD’nin Libya elçisi Christopher Stevens’in Libyalı milislerce öldürülmesi üzerine ABD Sanatosu İstihbarat Komitesi tarafından hazırlanan şimdiye kadar gizli tutulan bir raporun üst düzey gizlilikteki ekinde/bölümünde yer alıyor. Bu bölümde, CIA’in MI6 ile birlikte, Muammer Kaddafi’nin cephaneliklerinden alınan silahların önce Türkiye’ye ve ardından da Türkiye’nin 500 mil uzunluğundaki güney sınırından Suriye’ye sevkini düzenlediklerinden söz ediliyor. Ayrıca 2012’nin başında Obama ve Erdoğan arasında finansmanın Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından sağlanacağına ilişkin varılan bir anlaşmaya atıfta bulunuluyor. Avustralyalı görünümlü paravan şirketler kuruluydu ve silah bulup ulaştırmakla yükümlü eski ABD askerlerini istihdam ediyordu. Hersh’e göre, MI6’nın varlığı CIA’in yasaların gerektirdiği şekliyle operasyonun Kongre’ye rapor edilmesini önlemesine imkan verdi; çünkü bu bir irtibat görevi gibi sunulabilirdi.

ABD’nin gizli hatta katılımı, Libya elçisi milisler tarafından linç edilince, mutsuz bir sonla bitti. Saldırının şoku sürerken ABD personeli hava yoluyla şehir dışına çıkarıldığında (ki bildirildiği kadarıyla bunların yalnızca 7’si Dışişleri Bakanlığı görevlisi ve 23’ü de CIA yetkilisi idi), ABD’nin Bingazi’deki diplomatik varlığı CIA tarafından oldukça düşürülmüştü. Kısa sürede Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında bir politik kavgaya dönüşen Bingazi felaketi, ABD’nin Suriye’deki hangi isyancı hareketlere ne tür silahların gittiğine dair kontrolünü ciddi bir şekilde ortadan kaldırdı.

Bu, tam da Esad güçlerinin hakimiyet elde etmeye başladığı ve El Kaide türünden grupların silahlı isyanın ön safına geçtiği bir zamanda yaşandı.

İsyancıların 2012’de zafer elde edememesi, onların yabancı destekçilerini bir sorunla karşı karşıya bıraktı. Kaddafi düştüğü zaman, Şam yönetimi daha 14 eyalet merkezini de elinde tutarken, hepsi kendinden emin bir şekilde Esad’ın koltuğundan indirilmesini talep ediyordu. Bir gözlemciye göre, “Ayaklarının yere basması için epey aşağı inmeleri gerekecekti.” Esad’ın uzaklaştırılmasından başka herhangi bir şeyin kabulü aşağılayıcı bir yenilgi gibi geliyordu.

Sünni devletler cihatçıların sahne almasına gözlerini kapar ve din adamları Şia’ya karşı mezhepçi nefreti körüklerken, Suudi Arabistan ve Katar para sağlamayı sürdürüyordu. Ama Türkiye açısından durum daha kötüydü. Kendi gücünü tesis etme yönündeki çabaları yalpalama içindeydi ve Mısır’dan Irak’a seçtiği bütün ittifaklar / vekiller krizdeydi. Şurası çok netti ki Nusra Cephesi, Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) ve Ahrar’uş Şam dahil El Kaide tipi örgütler destekleri almak, tedavi görebilmek ve güvenliklerini sağlayabilmek için Türkiye sınırından geçişlere büyük oranda bağımlıydı. Asiler arası en şiddetli çatışmalar bu sınır geçişlerinin kontrolü için oldu. Türkiye askeri istihbaratı, MİT ve Jandarma cihatçıları ve özellikle de Nusra Cephesi’ni yönetip eğitmede giderek artan bir rol oynadı.

Hersh’ün makalesi, MİT’in daha da ileri gidip, Obama’nın kırmızı çizgisini aşıp bir ABD hava saldırısına yol açmak için, Nusra Cephesi’ne Şam’da nasıl sarin gazı saldırısında bulunabilecekleri konusunda yol gösterdiğini iddia ediyor. Bunun gerçekten olup olmadığına dair şiddetli tartışmalar yaşanıyor. Ancak Amerika’nın önde gelen bir araştırmacı gazetecisinin üst düzey bir ABD istihbaratı yetkilisinin bunun böyle olduğuna inandığını söylediğini aktarması bile Türkiye’ye zarar vermeye yetiyor.

ABD istihbarat camiasının bir bölümünün Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerine ilişkin derin şüpheleri var. Bu aynı zamanda, Suriye’deki silahlı isyana yapılan yardımın Irak’ı istikrarsızlaştırarak ABD ve Avrupa’yı can evinden vurmaya başlayabileceği anlamına da gelir. IŞİD Türk sınırından Suriye’ye intihar bombacıları taşıyabiliyorsa, bunu Halep’e yapabildiği kolaylıkla doğrudan Bağdat’a da yapabilir.

Pentagon, Esad üzerinde daha fazla askeri baskı uygulamanın riskleriyle ilgili olarak Dışişleri Bakanlığı’ndan çok daha ihtiyatlı. Çünkü bunu Irak ve Afganistan’daki gibi askeri bir karışıklığı tetikleyecek ilk adım olarak görüyorlar. ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey ve Savunma Bakanı Chuck Hagel, ABD’nin daha fazla askeri rol oynaması fikrinin baş muhalifleridir. ABD’deki iki taraf da her ay 600 Suriyeli isyancının eğitileceği ve cihatçıların dışlanacağı bir program üzerinde anlaşmış durumda. Ancak burada bir sorun var ki laik ılımlı Suriye muhalefeti savaşçıları diye bir şey gerçekte mevcut değil. Her zaman olduğu gibi, isyancılara ne tür silahların sağlanması gerektiği üzerine de bir anlaşmazlık var; Suudiler ve Katarlılar taşınabilir uçaksavar füzelerin her şeyi değiştireceği konusunda ısrar ediyor. Bu büyük ölçüde bir fantazi, asıl problem silahlı isyancı güçlerin yüzlerce savaş çetesi şeklindeki parçalılığı.

İlginçtir, ABD ordusu Irak, Afganistan ve Libya’dan ders çıkarma konusunda Kerry ve Power gibi sivillerden çok daha hızlı olmuştur. Büyükelçi Stevens’ın öldürülmesi, ABD’nin, oyuncuların ya da sahanın büyük bölümünü kontrol edemediği Suriye’deki gibi şiddetli ve karmaşık bir krize, kıyısından kenarından bile olsa dahil olduğunda neler olabileceğini göstermektedir.

Bu arada, Türkiye’nin Şam’daki sarin gazı saldırılarını yönlendirdiği gibi ciddi bir iddia, eğer doğruysa, son üç yıldır Suriye’de sergilediği karmakarışık müdahalelerine pek de uymayan düzeyde yüksek bir kapasite gerektirmektedir.

13 Nisan 2014

[Independent’taki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]

Orjinali: www.independent.co.uk