Onur İnal / Bianet

Hamburg’a ilk defa gelen arkadaşlarıma “nereleri görmek istersin?” diye sorduğumda mutlaka şu yanıtı alırım: “Burada meşhur bir bina varmış, yıllardır işgal altındaymış. Her sene eylemler, gösteriler olurmuş. Oraya götürsene beni.”

Ben de arkadaşlarımı o meşhur binaya, yani Rote Flora’ya götürürüm. Birkaç fotoğraf çeker, önündeki direnişçilerle iki laf ederiz. Arkadaşlarımın Rote Flora’yı görmek istemesi beni şaşırtmaz, sizi de şaşırtmasın. Zira burası St. Michel Kilisesi’nden sonra Hamburg’ta ziyaret edilen ikinci yer.

Rote Flora binası 21 Aralık günü polis ve göstericilerin şiddetli bir biçimde karşı karşıya geldiği yeni bir eyleme sahne oldu. Binlerce eylemci polisle çatıştı ve iki taraftan da yüzlerce insan yaralandı. Eylemlerin akabinde başlayan “tehlikeli bölge” uygulaması, somut bir tehdit olmaksızın gerçekleşen kimlik kontrolleri ve üst-baş aramaları, sosyal medyada artan tepkiler, polisin ve yöneticilerin uzlaşmaz tutumları akıllara “Almanya’nın Gezi Parkı Hamburg’taki Rote Flora binası mı olacak?” sorusunu getirdi.

Her ne kadar yaşananlar arasında bir benzerlik görünse de Hamburg olaylarını Gezi eylemleriyle kıyaslamak çok da doğru görünmüyor. Gerek olayların çıkış noktası ve boyutu, gerekse dile getirilen talepler birbirinden oldukça farklı.

Kentsel dönüşümün ürkütücü boyutları

1 milyon 800 bin kişilik nüfusuyla Almanya’nın ikinci büyük kenti, Avrupa’nın da en büyük limanlarından olan Hamburg sosyal ve kültürel özellikleriyle son derece ilginç bir yer. Burası 1950’lerde ve 60’larda Avrupa’da Rock’n Roll kültürünün yeşerdiği, gece kulüpleri, barları, diskoları ve genelevleriyle ün salmış, aslında Avrupa’daki diğer liman kentleri gibi son derece liberal ve kozmopolit bir yer.

Kentte yaşayanların yüzde 15’i Alman vatandaşı değil, yüzde 30’uysa göçmen; yani ya kendisi, ya da anne-babası Almanya dışında doğmuş. Son 70 yılın 56 yılında Sosyal Demokrat Partili (SPD) belediye başkanları kenti yönetmiş. Kısacası Hamburg, on yıllardır ırkçılığa, fanatizme, aşırı milliyetçiliğe, cinsiyet ayrımcılığına karşı dimdik duran bir kent.

St. Pauli, Altona ve Sternschanze mahalleleri, bir zamanlar orta ve dar gelirli kesimin oturduğu, Hamburg’un en merkezi bölgeleri. Son derece canlı ve kozmopolit bu semtlerde halen göçmenler,  yabancılar, işçiler, esnaf, öğrenciler, müzik ve sanat ile geçimini sağlayanlar savaş öncesi dönemden kalma Altbau (eski tip) binalarda içiçe yaşıyor. Kimileri 100-150 yaşındaki bu binaların bir kısmı da zaten liman bölgesinde çalışan işçiler ve aileleri için yapılmış.

Öte yandan, dış cepheleri heykelciklerle süslü, yüksek tavanlı, ahşap yer döşemeli, giyotin pencereli bu binalar gittikçe daha popüler hale geliyor. Yüksek gelirli, ancak bohem yaşam tarzını benimsemiş kitlenin sayısı da gitgide artıyor. Semtin bu yeni sakinleri kiracı olarak girdikleri nostaljik daireleri satın alıyor, lüks tadilatlarla daha yüksek fiyattan yeniden kiraya verebiliyorlar.

Yıllardır süregelen bu süreçte orta ve düşük gelirliler artan bir hızda semt dışına itilirken, yerlerini paralı kiracılar alıyor. Bu semtlerde iş insanı, finans uzmanı, borsacı, genel müdür vb. unvanlı kişilerin sayısı çoğalıyor. Bu sosyal dönüşüm buna bağlı olarak kira artışı apartman daireleriyle de sınırlı kalmıyor. Bu semtlerde büfeler, küçük marketler, dükkanlar, butikler ve kafeler yerlerini zincir mağazalara, süpermarketlere, lüks restoranlara bırakıyor.

Milyonlarca avro sermayeli büyük emlak ve yapı firmalarının da olaya dahil olmasıyla bu kentsel dönüşüm ve kiracı kıyımının boyutları ürkütücü bir hal alıyor. Kirayı ödeyemeyen aileler evlerinden, esnaf ise işyerlerinden oluyor.

Direnişin simgesi “Rote Flora”


Kentin simgelerinden Rote Flora’nın hikayesi de burada başlıyor. Rote Flora, 1835 yılında üstü açık yazlık sinema olarak inşa edilmiş, geçen 150 yıllık zaman zarfında farklı bölümleri tiyatro, konser ve toplantı salonu, atölye, kafe, restoran olarak kullanılmış bir bina. Kentin tam göbeğinde, kafeleri, restoranları, butikleriyle meşhur Sternschanze semtinde bulunuyor.

Rote Flora, 1987 yılında müzikallerin düzenleneceği büyük ve lüks bir tiyatroya dönüştürülmek istenince halk karşı çıkıyor. Önce protestolar daha sonra da tiyatro inşaatına saldırı eylemleri başlıyor. Gerginlik artınca restorasyon duruyor ve otonom sol gruplar 1 Kasım 1989’da binayı resmen işgal ettiklerini açıklıyor.

Geride kalan 25 yılda bina kültürel ve siyasi toplantıların yapıldığı bir buluşma yeri olarak kullanılıyor. Binanın sahibi ve yöneticisi olmuyor. Etkinlikler hiçbir şekilde ücret karşılığı düzenlenmiyor. Rote Flora, Kasım 1995’te kısmen yanıyor, işgalciler birkaç ayda kendi imkanlarıyla tamir ediyorlar. “Rote Flora Alternatif Kültür Merkezi” gitgide ünleniyor, Hamburg ile ilgili belgesellerde, kitaplarda, kent turlarında yerini alıyor.

2001 yılında Rote Flora, arkasındaki geniş bahçesiyle beraber Klausmartin Kretschmer adlı bir emlak yatırımcısına 370 bin Alman Markı gibi düşük bir ücretle satılıyor. Satış sözleşmesinde, restorasyon işleri dışında binaya dokunulmayacağı ve binanın üçüncü bir kişiye satılmayacağı garanti altına alınıyor. Kretschmer yerel gazetelere zaman zaman verdiği mülakatlarda binayı yeniden değerlendirmeyi veya satmayı düşünebileceğini söylese de böyle bir yola başvurmuyor. Ufak tartışmalara rağmen mülk sahibiyle işgalciler arasında ciddi bir sorun yaşanmıyor. Ta ki geçtiğimiz yıla kadar...

Rote Flora kiraya verilir

2013 yılı Ağustos ayında binanın sahibi Kretschmer, Rote Flora’yı bir emlak şirketine kiralıyor. Emlak şirketi, Rote Flora’nın yıkılarak, yerine altı katlı yeni bir kültür merkezi yapılacağını duyuruyor. Kretschmer de işgalcilere bir ültimatom vererek binanın 21 Aralık gününe kadar boşaltılmasını istiyor. İşte o anda ipler kopuyor. Rote Flora işgalcileri binanın rengarenk ön cephesine dev bir pankart asıyorlar: “Wer das kaufen will, muss Stress mögen!” (Burayı satın almak istiyorsanız, sıkıntıyı seviyor olmalısınız)

2013’ün son aylarında Rote Flora’nın korunmasını savunan eylemler ve toplantılar yapılıyor. Eylemlere sadece otonom solcular değil, Hamburg’un farklı bölgelerinden geniş kitleler destek veriyor. Tüm bunlar yaşanırken Hamburg’ta bir de “Lampedusa mültecileri” sorunu başgösteriyor.

Hamburg eyalet yönetiminin Libya’dan İtalya’nın Lampedusa Adası’na kaçan, oradan da Hamburg’a ulaşarak St. Pauli Kilisesi’ne sığınan yaklaşık 300 mülteciye karşı göçmen politikasını sertleştirici önlemler alacağını duyurması solcu ve liberal Hamburg halkını iyice kızdırıyor. Kasım ayında 15 bin kişi mülteciler için yürüyüş yapıyor. Rote Flora eylemleriyle Lampedusa mültecilerini destekleyen “herkes için sığınma hakkı” eylemleri birleşiyor. Sosyal Demokrat Partili Hamburg Belediye Başkanı Olaf Scholz’a tepki artıyor.

21 Aralık günü gelir

Ve 21 Aralık günü geldiğinde Rote Flora’yı boşaltmak için Sternschanze semtine gelen polis ekipleri karşılarında “Bu şehir hepimizin! Mülteciler, Esso evleri ve Rote Flora kalacak!” sloganı şemsiyesinde buluşan binlerce direnişçiyi buluyor. Resmi rakamlara göre 7300, tanıklara göreyse 10 binin üzerinde direnişçi Rote Flora’nın çevresinde insan kalkanı oluşturuyor.

Polisin eylemcilere tazyikli su ve biber gazlı müdahalesi başladığında ortalık savaş alanına dönüyor. Taşlar, şişeler, trafik tabelaları havada uçuşuyor. Gece saatlerine kadar süren çatışmalarda 170 polis memuru ve 500’ün üzerinde eylemci yaralanıyor.

Araya Noel tatilinin girmesiyle ortalık biraz duruluyor gibi olsa da yılbaşında gerilim yeniden tırmanıyor. 3 Ocak günü Hamburg polisi yaklaşık 90 bin kişinin yaşadığı Altona, St. Pauli ve Sternschanze mahallelerini sınırsız süreyle “tehlikeli bölge” ilan ediyor. Uygulamayla polise somut bir tehdit veya şüpheye gerek duymaksızın kimlik ve üst-baş kontrolü yapma yetkisi veriliyor. Dahası, polisin sakıncalı gördüğü kişilere bu bölgelere giriş ve bu bölgelerde toplantı yasağı getirileceği söyleniyor. 

“Tehlikeli bölge” uygulaması, Alman anayasasını ihlal edip etmediği konusu bile netleşmeden tüm tepkilere rağmen 4 Ocak günü başlıyor. Yüzlerce kişi kimlik ve üst-baş aramasına tabi tutuluyor. Hamburg gibi güvenli ve liberal bir kentte, üstelik bu kentin en merkezi yerinde böyle bir uygulamanın başlamış olması tepki çekiyor. Hamburg halkı anlık eylem ve yürüyüşlerle geceleri uygulamayı protesto ediyor. Bazı siyasi partiler ve medya organları da demokratik olmayan devletlere özgü bu uygulamayı eleştiriyor. Sonuç olarak 9 Ocak günü “tehlikeli bölge” uygulamasına son veriliyor; ancak “tehlikeli adalar” adı altında uygulamanın daraltılarak devam edeceği duyuruluyor.

“Hamburg Gezi, Merkel Nazi” mi?

Son olarak işin Türkiye’de belli bir kitle tarafından algılanan boyutuna değinelim. Hamburg’ta yaşanan olayların ardından Türkiye’de özellikle hükümet yanlısı sosyal medya kullanıcıları #OccupyHamburg ve #StopGermanPoliceViolence hashtagleri kullanarak Almanya polisi ve hükümetini protesto etti. Hatta protestoları kirli bir boyuta taşıyarak, düzmece fotoğraflarla, Gezi’de kaybettiğimiz yedi genç insanın üzerinden Hamburg’taki olayları alay konusu yaptılar.

Öncelikle, Hamburg’ta yaşanan olaylar son derece yerel düzeyde. Yerel yönetimin alternatif kültür merkezi olarak kullanılan bir binayla ilgili aldığı karar özelinde ve gentrifikasyon, yani kentsel dönüşüme duyulan genel bir tepkinin sonucu gelişti. Almanya genelinde federal yönetimin herhangi bir uygulamasına karşı gelişmiş kitlesel bir tepki yok.

Oysaki Türkiye’de Gezi’yi doğuran sebepler arasında yöneticilerin kente, insana ve çevreye karşı duyarsızlıkları, sosyal eşitsizlik, adaletsizlik, insan hakları ihlalleri, yasaklar, özel hayat müdahale, sansür vb. onlarcası sayılabilir. Gezi eylemlerine tüm Türkiye’den yüzbinlerce kişi destek verirken Hamburg’ta ise dar tabanlı, sadece birkaç bin kişilik lokal bir eylemden söz ediyoruz. TAZ gazetesinden Deniz Yücel’in de ifade ettiği gibi Hamburg’u Gezi ile kıyaslamak Gezi’yi küçümsemek olur.

Hamburg’ta polisin göstericilere karşı sert müdahalede bulunduğu doğru. Ancak bu müdahale kontrolsüz bir müdahale değil. Göstericilerin büyük bir kısmının şiddete yönelmesine ve polise saldırmasına rağmen, ne polisin biber gazı karıştırılmış su sıktığına, ne baş ve yüz kısmına Allah ne verdiyse vurduğuna, ne de göstericilere silah doğrulttuğuna tanık olduk. Zaten polisin doğrudan müdahalesi sonucu can kaybı veya sakatlanma meydana gelseydi, Türkiye’de olmayan olur, istifalar birbirini izlerdi.

Federal sistemle yönetilen Almanya, yerel sorunlara başbakanın veya federal bakanların doğrudan müdahil olmasına alışkın değil. Kararlar yerelde alınıyor, sorunlar yerelde çözülüyor. Ve yine yereli ilgilendiren olaylar yerel medyada detaylı bir biçimde inceleniyor. Hamburg’taki olaylar ulusal medyada Almanya’nın genelini ilgilendirdiği ölçüde, yerel medyadaysa detaylı bir biçimde irdelendi.

Hamburg Eyaleti İçişleri Komisyonu ve Hamburg Belediyesi’nde geniş katılımlı toplantılar düzenlendi. Üstelik bu toplantılara eyalet yöneticileri ve emniyet yetkililerinin yanısıra vatandaşlar da katıldı. “Tehlikeli bölge” uygulamasının yanlışlığı tartışıldı ve 9 Ocak günü “tehlikeli bölge” uygulamasının –kaldırmasalar bile- yumuşatılmasına karar verildi.

Hamburg’ta yaşanan olayların ardından polis şiddeti, tehlikeli bölge uygulaması, Rote Flora’nın geleceği yerel yönetim düzeyinde, yerel medyada, sivil toplum platformlarında tartışılıyor ve tartışılmaya devam edecek. Yerelde doğan ve gelişen bir sorun yerelde çözümlenmeye çalışılıyor. Devletin başındakinin iki dudağı arasından çıkacakları duymaya alışmış ve bunları görmek ve duymak istemeyenler olabilir. Ama ben yine de söyleyeyim; Hamburg’tan Gezi, Merkel’den de Nazi çıkmaz.