İki gazetecinin, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmasına giden süreç, Erdoğan’ın TRT’deki canlı yayında “Bu casusluk faaliyetinin içine o gazete de girmiştir. Haberi yapan bedelini ağır ödeyecek, öyle bırakmam onu” tehdidiyle başlamıştı.

Dündar ve Gül’ün tutuklanma gerekçeleri ise “Terör örgütünün propagandasını yapma”, “Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme”, “Siyasi ve askeri casusluk”, “Gizli kalması gereken bilgileri açıklama” diye sıralanıyor.

“Terör örgütü” diye bahsedilen, “paralel yapı” dedikleri. “Paralel yapı”nın ise “terör örgütü” sayılabilmesi için silahlı bir örgüt olduğu kanıtlanmış olması gerekiyor. Ama ortada delil yok. 17/25 Aralık operasyonlarında iktidarın kendisine darbe yapıldığını öne sürerek emniyette, yargıda yaptığı ve dershaneleri kapatmak istemesi dolayısıyla eğitimde yapmaya çalıştığı operasyonlar kapsamında, herhâlde Gülen Cemaati’nin bu kurumlarda, özellikle de emniyette kadrolaştığını öne sürmesi “paralel yapı”nın silahlı bir örgüt olduğunu açıklamaya yeterli bir veri olmasa gerek. Çünkü işler yolundayken hiçbir sorun yokken, ne zaman ki, “hırsızlık”, “yolsuzluk” ve “rüşvet” iddiaları ortaya çıktı, Cemaat, o zaman “paralel yapı” oldu ve “terör örgütü” diye Milli Güvenlik’in iç ve dış tehdidi olarak listesine yerleştirildi.

Cemaat, kadrolaşmışsa bile, bunun yine bugünkü siyasî iktidarın döneminde “Ne istedilerse verdik” felsefesiyle olduğunu ve salt bir “Aldatıldık”, “Yıllarca kandırıldık” açıklamalarıyla geçiştirilemeyeceğini not düşelim ve gazetecilerin tutuklanması mevzuuna dönelim.

Eğer ki, “paralel yapı”nın bile bir “terör örgütü” olduğu muallakta ise, en azından bunu açıklayacak yeterli bir veri yoksa, tutuklu gazeteciler Dündar ile Gül, nasıl bu örgütün propagandasını yapmaktan suçlanabilir?

Bir an siyasî iktidarın tezinin doğru olduğunu, yani “paralel yapı”nın bir “terör örgütü” olduğunu varsayalım; peki gazetecilerin bu örgütün propagandasını yaptığına dair kanıt, belge vs. var mı?

Mahkeme Dündar ve Gül’ü yaptığı haberler yüzünden tutukluyor. Kılıfı ise “terör örgütü propagandası” yaptıkları. Kanıt? Yok!

Tabiî sadece bu değil. Siyasî ve askeri casuslukla da suçlanıyorlar.

Casusluk, “bir devlet ya da kuruluşun gizli amaçları için çalışan kimse” diye tanımlanıyor.

Dündar ve Gül’ün hangi devlet ya da kuruluş için çalıştıklarına dair bir bilgi, bir kanıt var mı? O da yok.

Haberciliğin casusluk faaliyeti sayılması gibi bir durumla karşı karşıyayız aslında.

Halkın bilmesi için yapılan haberler “devlet sırrı” olarak gösteriliyor. Mahkemeye göre “Gizli kalması gereken bilgileri açıklama” suçu bu.

Açıklanması kamuoyu açısından önemli ise, hele ki bu “sır”, bir silah kaçakçılığı ve insan ticaretini konu alıyorsa, bunu açıklamayacak da ne yapacak gazeteci? Asıl böyle bir “sır”rı haber yapmazsa topluma karşı olan sorumluluğunu yerine getirmemiş olur.

Mademki bu bir “sır”, devletin görevi o “sır”rı korumak, gazetecinin görevi ise bulup ortaya çıkarmaktır.

Kaldı ki, Hatay’da TIR’lar durdurulduğunda içindekilerin “devlet sırrı” ve TIR’ların MİT’e ait olduğunu haber yapan Radikal’in polis-adliye muhabirlerinden Fatih Yağmur’a soruşturma açılmış ve hattâ muhabir gözaltına alınmıştı.

“Devlet sırrı” daha o gün TIR’lar durdurulduğunda ortaya çıkmıştı. Jandarma ile MİT’çiler arasında silahlar çekilmiş, savcı ile vali arasında hararetli tartışma yaşanmıştı. Bu olayın haberi yapılmayacaktı da neyin haberi yapılacaktı? Konuyu salt bir AKP – Cemaat kavgası olarak görmekle veya iktidarın olayı göstermek istediği hâlini vererek mi yetinmeliydik, “yandaş” ve “havuz” medya gibi.

TIR’ların içindekiler insanî yardım değil, silahtı. Son zamana kadar silah olduğuna “Türkmenlere insanî yardım malzemesi gidiyordu” diye karşı çıkılırken Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından silah, “Varsa ne olacak, yoksa ne olacak” durumuna gelindi. Ortada tüm dünyanın bildiği bir “sır”dı artık konu.

Otobüslerle taşınanların “cihatçı” olduğu ise taşıyan otobüs şoförlerinin ifadeleriyle belgelenmişti.

Artın neyin sırrından, hangi sırdan bahsediyorduk?

Ama “intikam alacaktı” işte, ferman çıkmıştı bir kere. Bunun için “casus”tular. Can Dündar’ın deyimiyle de bu, “hırsızlıktan iyi” idi... Ya da Saray’ın kapısında dalkavukluk yapmaktan.

Yeri gelmişken geçenlerde “yandaş” ve “havuz” diye tanımlanan medyadan kimi isimler “itiraz etti.” O isimlerin “itiraz”ı “yandaş medya”da yaptıkları dolayısıyla gündeme gelmesi ve hattâ kimileri tarafından övgü alması gazeteciliğin, bugün içinde bulunduğu hâli de gösteriyor.

O “gazetecilerin” bu durumu, Dündar ve Gül tutuklandıktan sonra Başbakan ve Yardımcısının tutuksuz da yargılanabileceğini söyleyerek, gazetecilerin tutuklanmasında, siyasî iktidarın sorumluluğunu örtmesine benziyor.

Başbakan: “Türkiye’de bir yargı problemi var”

Gazetecilerin tutuklandığı gece, yargının, Saray’ın gölgesinde kaldığının en somut bir göstergesi olduğunu görmüştük.

Şimdi Başbakan Ahmet Davutoğlu, bu tutuklamalara yönelik, Türkiye'de bir yargı problemi olduğunu itiraf ediyorsa, durum hakikaten vahim. Başbakan, “Yassıada davalarından, 12 Eylül’de el pençe duran, 28 Şubat’ta brifing alan hâkimlerden” bahsediyor, dünün yargısal sorunlarına dikkat çekiyor ama Saray’ın hem yürütme üzerindeki sultasını hem de yargı üzerindeki etkisini göremezden geliyor. Olanlardan direkt “paralel yapı”yı sorumlu tutuyor.

AKP iktidarı döneminde, 17/25 Aralık’tan sonra yargıdan kaçmak için çıkarılan düzenleme yasalarıyla Adalet Bakanlığı’na, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üzerinde geniş yetkiler tanınmamış mıydı? AKP hükûmeti döneminde değil miydi güçler ayrılığı ilkesinin ihlâl edilmesi?

Derdi gerçekten yargı sorunlarıyla basın ve ifade özgürlüğüne darbe vurulması ise, Başbakan’a bir soru: Meselâ “paralel yapı” mı Bugün’e kayyum gönderdi? Bu absürt bir soru belki ama meramımızı şu soruyla tarif edelim: “Paralel yapı” diyerek işin içinden sıyrılmak kolay mı?

Dün, birçok gazeteci Çağlayan Adliyesi’nde yargılanıyordu. Kimisi yazdığı kitap nedeniyle, kimisi Cumhurbaşkanı’na hakaret suçlamasıyla, kimisi gazetelerinde (Birgün) attıkları, meydanlarda seslendirilmiş olan sloganlardan “Hırsız, Katil Erdoğan” başlıklı manşetleri nedeniyle.

Hâlbuki daha önce vatandaşın yargılandığı davalarda hem Sinop’ta hem de Çanakkale’de “Hırsız-katil Erdoğan” sloganları ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilen emsal bir karar bulunuyor.

Buna rağmen insanlar mahkeme salonlarında.

Can Dündar’ın şikâyet dilekçesi ise mahkeme tarafından reddedildi.

Şimdi 13 yıllık siyasî iktidarın her döneminde yaşanan bu sorunlar ayyuka çıkmışken Başbakan’ın ve Yardımcısının “Tutuksuz yargılanabilirler” ya da hükûmetin kendinden bağımsız bir yargı sürecinin işlediğine inandırmaya çalışması insanların akıllarıyla oynamak değil de ne?

Saray’ın yargı üzerindeki etkisi veya Erdoğan’ın söylem ve eylemleriyle yarattığı atmosferin adı; yargı uygulamalarında, gazetecilerin tutuklanmasıyla, yazarlara “Cumhurbaşkanı’na hakaretten soruşturmaların” ayyuka varmasıyla, “terör” kılıfıyla açılan davaların artmasıyla, kayyumlar atanmasıyla ortaya çıktığı üzere, tıpkı 12 Eylül’ün nitelendirildiği gibi “faşizm” değil mi?