Büyük aile denilen kavramın en güzeli değildi belki, ama en doğru örneklerinden biriydi bizim ev. Çoğalmıştık, bir sofraya değil, iki sofraya bile sığamaz olmuştuk. Büyükler (yetişkin erkekler, suç benim dilimin değil, bizim evde bunlardan büyükler diye bahsedilirdi), bir de kadınlar ve çocuklar vardı ki, bizim evde en çok cefayı ve eziyeti çekenler onlardı.

Babam, amcalarım, dedem ve babamın amcaları…

Dediğim gibi kalabalıktık, şakası yoktu bir kahvaltının bile; hazırlanışı, yenilişi ve kaldırılması.

Evde kavga dövüş hiç eksik olmazdı, tahmin edebileceğiniz gibi.

Kadınlar bir gün bu büyük evden ayrılmayı, her biri kendi çocukları ve eşliyle oturacağı bir sofranın hayalini kurardı.

Amcalarım da öyle ve hatta babamın amcaları da.

Çocuklara gelince, onların hayali bir eve değil, gökyüzüne sığmazdı.

Ama dedem şiddetle buna karşı çıkardı, birlikte yaşamanın yüceliğini anlata anlata bitiremezdi. Hele dinleyiciler köyün dışından gelmiş yabancılarsa dedemin keyfine diyecek yoktu. Büyük ve yüce bir aile olduğumuzu görsünler isterdi.

İmparatorluklar ve devletler yıkıma ve dağılmaya doğru nasıl giderlerse, biraz öyle oldu. Ah, bir tarihçi gözüm olsaydı, ama yok, ben tarihin sadece işime yarayan kısmını hafızamda tutarım. Gerçi bizim evin tarihte geçen büyük bir imparatorluktan ya da büyük bir devletten geri kalır yanı yoktu hani. Dedem de imparator ya da diktatör, hangisi kulağınıza daha cazip geliyorsa.

Dedem hep karşı çıktı, babam da, ama bir süre sonra ayrılmak isteyenlerin sayısı ve sesi birlikte yaşamak isteyenlerin sayısından ve sesinden daha arttı.

“Başka bir evde, kendi keyfime göre düzenlediğim kurallarla yaşamak varken” derdi ayrılıkçılar, “bunca baskıya ve bunca cefaya ne gerek.”

“Kendi sesimiz bile yok.”

“Nerde kendi dilimiz?”

Başka şeyler de söylerlerdi, buraya yazmaya gerek yok.

Dedem, “Kendi dilimiz de ne demek oluyor, biz bu evde aynı dili konuşmuyor muyuz?” diye şiddetle karşı çıktı. Dedem zaten her şeye şiddetle karşı çıkardı, bilemiyorum belki de doğasında bu vardı.

Yanlış anlamayın, evimizden bahsediyorum kendi evimizden, başka bir yerden değil.

Ayrılıkçıların (dedem bazen onlara terörist de derdi, o aralar terörist demek biraz modaydı bizim köyde bile, ne de olsa devletin dilini ilk önce iktidarda olanlar ya da zamanını tamamlayanlar benimser) sesi yükseldikçe dedemin sesi kısıldı, öyle ki ölüm döşeğine kadar düştü. Yine de ayrılmayı, kopmayı engelleyemedi. Babamın amcaları ayrıldıktan sonra, bir süre daha dedem kendi çocuklarının geniş alanında (hiç de küçük bir alan sayılmazdı aslında; babam, iki evli amcam ve eşleri-çocukları) hükümranlığı sürdürdü.

Ama uzun sürmedi, bekârken büyük kentlerin havasını solumuş ortanca amcam buna daha fazla katlanamadı. Kelimenin tam anlamıyla resmen isyan etti. Büyük kentlerin özgür havası bizim kerpiç evin havasını bile etkiliyordu, dahası dağıtıyordu.

Sonuç, birilerinin (ki bu sizin öz be öz babanız bile olsa) koyduğu kurallarla ya da sınırlamalarla (hele bunlar fazlasıyla çağ dışıysa) yaşamak zorunda olmadığınızdır. Ben liseyi okumak için köyden çıktım, arada bir bayram ziyaretleri dışında bir daha da köyde yaşamadım. Kardeşlerim de öyle. Babamın ne devletini ne de imparatorluğunu görme fırsatı oldu; oysa onun gönlünde bunlara benzer bir şeyler vardı.

Dedeme gelince, kısa süre içinde mezarı boyladı.