O gün, Türkiye’nin siyasî ve toplumsal tarihine “en uzun gece” olarak geçecek 15 Temmuz’u 16’sına bağlayan gece, daha henüz “darbe girişimi” ya da “kalkışma” olduğunu öğrendiğimizde bildiğimiz tek bir şey vardı: Her ne olursa olsun, iktidarda hangi parti olursa olsun şartsız koşulsuz askerî girişime karşı çıkmak! Daha o an “Darbeye hayır!” diyebilmekti mesele.

Niçin? Niçin olduğunu Türkiye toplumu en acı örnekleriyle geçmişte görmüştü. Türkiye’de gerçekleşen askerî darbelerden ve darbe girişimlerinden çokça bahsettik. Farklı kesimlerden insanların öyle canı yanmıştı ki… Sıkıyönetimler, sokağa çıkma yasakları, işkenceler, gözaltında kaybolmalar, idamlar, ölümler… Hukuk sorunları, basına getirilen yasaklar, gazete kapatmalar, gazetecileri tutuklamalar, fişlemeler, silah zoruyla haber yaptırmalar, işin hukuk yanındaki cezalandırmalar ve daha pek çok sorun…

“Bugün askerî darbeler dönemi artık bitti” derken bir anda TSK’den bir “grubun” tanklarla köprüleri kapatarak, askerî uçakları yakın irtifa uçurarak, havaalanlarını kapatarak, TRT’yi ele geçirip “darbe bildirisi” okutarak, TBMM’yi ve Cumhurbaşkanı’nın kaldığı oteli bombalayarak, CNN Türk’ü basıp canlı yayını sonlandırarak, gazetecileri kanaldan uzaklaştırarak… darbe yapmak istediğini öğrendik. Yaptıkları her yönüyle akıl almaz; amaç darbe yapmaksa zaten başarısız olacağı az çok belli, siyasî ve toplumsal açıdan ise darbenin uzun yıllar süren bir kâbus olacağı şüphesiz bir girişimdi.

Hâlâ darbe ile yönetimi ele geçirmek suretiyle demokratik hukuk devletinin kurulacağını, iktidar en kötü iktidar bile olsa onun darbe ile yok edileceğini sanmak bir akıl tutulmasından başka bir şey değil.



İktidarından muhalefetine, medyasından toplumuna darbe girişimine verilen tepkiler önemliydi. Şunu görmüş olduk: Artık kamuoyunda askerî darbelere hiçbir şekilde tahammül yok! Şimdi diyoruz ki; failleri hangi amaçla yaptıysa iyi ki başarılı olamadı bu “kalkışma.”

O darbe girişiminde Türkiye’de ve hâtta dünyada kötü sahnelere tanık olundu. Tanklar insanların üzerine sürüldü, havadan bombalama yapıldı, sivillere ateş açıldı, spikerlere silah zoruyla bildiri okutuldu, televizyon kanalı basıldı, polisle asker, askerlerle askerler çatıştı, genelkurmay başkanı rehin alındı, ölümler, öldürmeler, yaralanmalar, linç etmeler oldu… Ortalık kan gölüne döndü. Şiddet şiddeti doğurdu. Başbakan Yıldırım’ın açıklamasına göre, 208 insan öldü, bin 491 kişi yaralandı, 7 bin 543 subay, asker, polis, hâkim, sivil gözaltına alındı. Evet, hepsi bir gecede oldu. Cumhuriyet’in manşeti gibi Türkiye büyük bir darbe aldı. Ülkenin kalbi yandı.

Şimdi ne olacak?

Daha çok demokrasinin ipine sarılmak gerekecek. Cuntanın işe giriştiği o ilk saatlerde siyasetiyle, siyasetçisiyle, medyasıyla, gazetecisiyle, insanı ve toplumuyla darbeye, darbecilere direnmek demokrasi için hayatî önemdeydi. Sonra sonra anlamıştık ki, TSK’nin tümden işin içinde olduğu emir-komuta zinciri içinde bir darbe değildi bu.
Peki, 15 Temmuz, Başbakan’ın ve hükümet yetkililerinin dediği gibi bir demokrasi bayramı mıydı?

Darbenin önlenmesi demokrasinin inşası bakımdan salt yeterli değil. İktidarın, muhalefetin, kurumların, medyanın, toplumsal kesimlerin, hepimizin kendine bakma zamanı. Yargının siyasallaşması, insan hakkı ihlalleri, temel hak ve özgürlüklerde kısıtlamalar, basın ve ifade özgürlüğü ihlalleri, antidemokratik uygulamalar… kısacası kötü olan yönetim sistemini, rejimi değiştirerek daha da kötüye götüren faaliyetler… bunların her biriyle yüzleşme gerek.

Nasıl ki “demokrasiyi rayına oturtmak amaçlı” askerin darbe yapması darbeyi meşrulaştıramaz ise; seçimle işbaşına gelen üstelik “milli irade”ye sahip çıkma çağrısı yapan hiçbir iktidarın hukuk dışı uygulaması, anayasayı ve parlamenter sistemi bekleme odasına alması, teamülleri oluşturmak için fiili anti demokratik durumlar yaratıp bunu yeni anayasa ile resmi hâle getirme projesi kabul edilemez.

Demokrasi inşa edilecekse bu ülkede bunun hak gaspları, eleştiri hakkının sınırlanması, medyanın susturulması, gazetecilerin tehdit edilmesi, üniversitelerin iktidar tarafından yönetilmesi, yolsuzluk dosyalarının kapatılması, kutuplaşmanın artırılması, insanların özel hayatlarına değin karışılması ile olmayacağı kesin.

Yönetim demokratikleşecekse muhalefetin bu anlamda alternatif oluşturma yoluna girmeden olmayacağı ortada. Medyanın egemenlerin söylemlerini yeniden üreterek veya itaat edip sorgulamayı unutan habercilik anlayışı ile olmayacağı malum. Üniversitenin sessiz kalarak toplumun demokratikleşmesine katkı sağlayamayacağı belli.
Demokrasinin 4 yılda bir sandığa gitmekle gerçekleşmeyeceği de öyle. Her türlü darbe girişimi olmak üzere demokratik yaşamı askıya almak pahasına “güç” gösterilerine giren cuntalara, darbecilere, despotlara karşı ses yükseltmek demokrasinin işlerliği açısından büyük bir önem taşıyor.

Her kesimden insanın yer aldığı Gezi eylemlerinde, toplanma ve gösteri yürüyüşü yapanların ölümü pahasına etkisiz hâle getirilmesi için “emir veren” Erdoğan iktidarı, bu kez darbe girişimi sırasında “milli irade”ye sahip çıkmak için insanları sokağa çağırdı. Bazen direnmek için tek çarenin sokaklar olduğu herhalde iktidar ve ona “gönül vermişler” tarafında da anlaşıldı.

Devlet televizyonu TRT darbeciler tarafından ele geçirildiği sıralarda uzun zamandır “kavgalı” olduğu CNN Türk’e Erdoğan’ın telefon üzerinden görüntülü bir uygulama ile bağlanabilmesi durumu basın özgürlüğünün yaşamsal olduğunu teyit etti. Daha önce defalarca yasaklanan ancak darbecilerin müdahale edemediği “Twitter belası” gibi sosyal medyanın önemi bir kez daha ortaya çıktı.

Bununla birlikte nefret söylemlerinin, düşmanlığın, linç etmelere, ölümlere yol açtığına, şiddetin yeniden ve yeniden üretilmesine, toplumun bir şiddet sarmalında olduğuna hepimiz tanık olduk. Bir yandan “kalkışmayı” protesto eden ama bunu neden protesto ettiğinin farkında olmayan adına provakatör denilen bir “kesim” / “grup” olduğunu da gördük. Darbecilerden intikamını “emir erlerinden”, gazetecilerden almaya çalışanlar gibi. Türkiye darbecilerin sebep olduğu bu ortamda kanlı görüntüler izlerken Cumhurbaşkanı’nın Başdanışmanı Şeref Malkoç, darbelere karşı vatandaşın meşru müdafaa hakkını savunması için ruhsatlı silah alınmasının önünün açılacağını söylüyordu. Silahlanmanın önü açıldığında mı demokrasi gelecekti?


 
Demokrasi, hürriyet, eşitlik, adalet, barış dediğimiz zaman bu değerleri; “gâvur icadı” olduğu gerekçesiyle ya da gerçekleşmesi imkânsız görüldüğü için reddetmeyip bir kez olsun demokrasinin ne menem bir şey olduğunu merak etseydik keşke. Meydanlara gerçek bir demokrasi talebiyle çıkabilseydik. Siyasî iktidarı, kurumları, örgütleri ve insanlarıyla böyle bir şiddet sarmalına girmezdik belki o zaman. O zaman gönül rahatlığıyla meydanlarda, sokaklarda gerçekten; onların topu, tankı, tüfeği, toması, copu, biber gazı; zulmü varsa; bizim de halk olarak bükülmez kolumuz, dönmez yüzümüz var diyebilirdik.

Belki o zaman demokrasi; asker sivil hangi ülkeden, siyasî partiden, gruptan veya cemaatten… zorbaların, darbecilerin çıkarına göre kullanacağı alet olmaktan çıkar, halkın yalnız kültür olarak içselleştirdiği değil, yaşamsal anlamda sahiplenebildiği ortak bir değer olabilirdi. O zaman ölüm değil yaşam kazanırdı!