Galip Tekin’in uzun zamandır çizdiği ‘Acayip Hikâyeler’ yakın bir zamanda dizi oldu. Tretmanlarını kendi yazdığı dizi için Tekin, “Bildiğim tarzda, hikâye neyse onu yazıyorum. Sonra onu senaryolaştırıyorlar. Biz dergilerde çok özgürüz. Ben Gırgır’dan gelmeyim, Leman’da, Penguen’de, Lemanyak’ta çalıştım. Şu anda Uykusuz’dayım. Yani kafamıza estiği gibi yazıp, çiziyorduk ama burada tabii öyle olmuyor. Kanalın veya RTÜK ’ün birtakım kurallarına uymak zorundasın. O yüzden bu işe ‘Acayip Hikâyeler’in aynısı değil ama uyarlaması diyelim” diyor. Daha fazlası için söz Galip Tekin’de…

 

İpek İzci / Radikal

 

Dizide izlediklerimiz tam olarak Galip Tekin hikâyesi mi?

Değil, çünkü çizgi bambaşka bir şey. Dergide anlatmak bambaşka bir şey... Her dediğini yazabiliyorsun, küfür bile kullanabiliyorsun.

 

Sizin aklınızda var mıydı çizgilerim bir gün dizi olsun, film olsun diye?

Şimdiye kadar çok teklif geldi ama pek vermedim ben çünkü çok zordur bunları çekmek. Ama artık sonuna geldi, bir deneyelim dedik. Zaten küçük bir deneme bu, zor ağır hikâyeleri yapamıyoruz bile. Ana gerçek fantastik hikâyeler yok, hem teknik hem efekt olarak yapılabilecek hikayeler var dizide...

 

Çizimlerinizin ne kadarını yapabilmişler peki?

Yüzde 35’ini görsem yeterli bana. Çünkü biliyorsun, biz bir çiziyoruz, oradan uzaylı geliyor, buradan yaratık çıkıyor, şuradan kafa kopuyor, adamın kafasına uçan daire düşüyor vs… Ya da bırak fantastiği, hayat kadınları dolaşıyor, translar ortalıkla geziyor filan bunları yapamıyoruz. Bu ne benim ne de kanalın suçu…

 

Bir 12 Eylül hikâyeniz var sizin Gırgır’da çalışırken…

Evet, 12 Eylül ’de daha yeni yeni çizgi roman çizmeye başlamıştım, 12 Eylül ’den sonra da tuhaf şeyler yapmaya başladık. Mesela bize daha doğrusu herkese her şey yasaklandığı için Gırgır kapandı. İlk kapanan yayın organıdır Gırgır. Ve çok gereksiz bir sebepten dolayı kapattılar.

 

Neydi sebep?

Müşerref Tezcan (Akay) diye bir kadın vardı, darbe olur olmaz bu kadın kendine Türk bayrağından bir elbise diktirdi. Sürekli televizyona çıkarıyorlar, haberde o, haberden sonra o, reklamda o. Her yerde o… Bir de şarkı bestelemiş, ‘Türkiyem Türkiyem’ diye... Biz de bir gün bir kapak yaptık, bu kadını çizdik. O sırada da bir adet vardı, eline sepeti alan, bayrak satıyordu yollarda. Bayrakçı, “Ben de bayrak satıyorum, beni niye televizyona çıkarmıyorsunuz?” diye bir laf ediyor. Pat! Bize dört hafta kapatma cezası. O dönemde herkes “Hoş geldin paşam” filan diyordu, bizim hiç amennamız yok tabii… İlk Kenan Evren karikatürünü de biz çizdik. Kapağa da hatırlıyorum, şişman, göbekli patron Demirel’in resmini indirmiş, Evren’in resmini asıyordu, balon da yok, ‘Her devrim adamı’ diye bir alt başlık atmıştık.

 

Bugün nasıl sizce mizah dergilerinin durumu?

Cesurlar bence. Mizahçılar her zaman cesurdur. Mizahçıya baskı yapamazsın, bir şekilde adamı bitirir. Ellerine sağlık muhalefetlerini yapıyorlar. Zaten karikatür, ‘caricare’dan gelir yani saldırmaktan. Mizah, bir saldırı sanatıdır. Usturubuyla tabii, körün gözüne çomak sokar gibi değil, hakaret etmeden, ince ince dalgalarını geçiyorlar.

 

Tayyip Erdoğan, bazı karikatüristlere dava açmıştı…

Evet. Bizim de bir ara Turgut Özal ile aramız çok iyiydi. Gırgır’ın etrafında para yerine Özal kafaları vardı. 50 kuruş yerine 50 küçük Özal kafası. Her hafta kapağımızı alıyordu. Haber geliyordu Günaydın gazetesine, kapağı çerçeveletip gönderiyorduk.

 

Bir de her hafta çerçeveletiyor muydunuz?

Mecburdun, adam başbakan, rulo yapıp gönderemezsin ki (Gülüyor). Aramız iyi, sempatik adam filan ama mizahçı duramaz, en ufak bir şeyde işkillenirse hemen saldırmaya başlar. E bir müddet sonra biz de davalık olmaya başladık.

 

Üzerinden epey zaman geçti gerçi ama yine de soralım.... Akif Beki bir yazısında, 12 Eylül mağduru olduğunu söyleyen sinemacı, müzik sanatçıları ve karikatüristler yargılama süreci başladığında neden ortada yoklar diye sormuştu…

Akif Beki ’yi tanımıyorum, kim olduğunu bilmiyorum ama bizim tek mağduriyetimiz, kapatılmamızdır. Ve şöyle kapatıldık biz, bir ay boyunca kimseye para verilmedi. Biz çok mağdur olmadık yani. Biz yine muhalefetimizi yapıyorduk. Benim ‘Acayip Hikâyeler’de, darbecilere, işkencecilere giydirmem değil ki mesele. Mesela Hasan Kaçan da Cork diye bir tipi vardı Heten Keten imzasıyla, Evren’e verip veriştiriyordu ama kimse anlamıyordu, o kadar garip konuşuyorlardı ki... Çözdüğün zaman konuşmayı, onu normal yazı olarak yazsan kendini ertesi gün Filistin askısında bulurdun. Bu, tabii davaya gitmemek içim sebep değil, işlerimiz yasaklandı vs... O dönem çok kibarca rica edip, yasaklamışlardı hem de. ‘Ulan bunu yapmayın!’ demedi kimse, herhalde dönemin sıkı yönetim komutanının basınla ilgisi olan yetkilisi ya çok kibardı ya da dergi okuyucusuydu, hep telefonlar bu şekilde geldi: “Biz de çok gülüyoruz ama lütfen yapmayın”. Ne bir dayak yedik, ne bir işkence gördük.

 

‘Acayip Hikâyeler’de böyle siyasi öğeler hiç izlemeyeceğiz, değil mi?

Yok, hayır. ‘Acayip Hikâyeler’de çok fazla siyasi öğeler yoktur, toplumu eleştiren şeyler vardır. Mesela bir köye dadanan Kurt öyküsü gibi...

 

Anlatır mısınız biraz o öyküyü?

O kurt, Abdullah Çatlı’yı anlatır. Abdullah Çatlı nezdinde de bütün ülkücüleri… Köy, Türkiye’dir. Kurdun o köyü nasıl mahvettiği’dir ana tema… O hikâyede Behice Boranlar, öldürülen öğretmenler vardı ama her şey sembolik olarak anlatılmıştı. Bir de Türk halkının ne kadar yanardöner, güce tapar olduklarını… Mesela kurttan çok şikâyetçi olmalarına rağmen, bir süre sonra kurda tapar hale geldiklerini gösterir. Zira ‘bizim kurdumuz’ demeye, birbirlerini satmaya başlamışlardır. O tam bir politik hikâyedir, zaten finali de bir çocuğun kurtla çarpışırken kurdun durduk yere ölmesidir. O öldüğü an da zaten Susurluk’taki kaza olmuştur. Kurt ölür, kazada da bir Mercedes parçalanmış, bir adam da ‘Reis öldü, reis öldü’ diye koşarak uzaklaşıyordur.

 

Peki, Gırgır bir ay kapalı kaldı. Sonra açılışı?

Açışılı muhteşem oldu. 450 bin tirajla kapandık, açıldıktan sonraki tirajımız 500 bindi. Halk tepkisini böyle gösterdi.

 

Özgür Gündem mesela kısa bir süre bile olsa kapatıldı. Bu gibi durulmada halk yeterince tepki gösteriyor mu sizce?

Özgür Gündem’i hariç tutarsak, çok ekstrem olaylar dışında kimse yayın organı kapatmaya cesaret edemez. Gırgır’ın kapandığı dönem astığı astık, kestiği kestik bir dönemdi. Ve halk çok sinmiş durumdaydı. Kimse bir şey diyemiyordu, alıp götürüyorlardı ve kayboluyordu o insan. Bizim Gani Müjde’yi mesela evine giderken almışlar, çocuğu bir ay aradık bulamadık. Bir ay sonra yılbaşında, hem de sağlam geldi.

 

Ne kaldı hafızanızda o günlere dair?

Darbe, o kadar anında oldu ki biz ancak darbeden yıllar sonra darbeyi hissettik. Anlayamadık, bir gecede, bir günde oldu, ölümler, idamlar... Ondan sonra “Ya n’oluyor?” dediğimizde darbenin üzerinden 1.5 yıl geçmişti. Çok etkin bir darbeydi, birden geldiler, birden her şeyi altüst ettiler. Dergiler kapandı, insanlar alındı, daha zaten gelir gelmez 17 yaşında bir çocuğun yaşını büyütüp astılar, bir ay içinde o çocuk yargılandı ve asıldı Erdal Eren. Çok apar topar oldu ve kendimize gelir gelmez saldırmaya başladık tabii. Onları alkışlayanlar da oldu, “İyi ki geldiniz paşam!”lara döndü iş… Bir biz Gırgır öyle değildik, artık kaybedeceğiniz bir şey mi yoktu yoksa çok mu gençtik nedir…

 

KARİKATÜRİST DEĞİL, ÇİZGİ ROMANCI

Galip Tekin, beni karikatürist olarak yazıyorlar, lütfen sen düzelt diyor: “Ben karikatürist değil, çizgi romancıyım. İkisi birbirinden çok farklı. Karikatür, sayfalarca anlatabileceğin bir şeyi tek bir karede anlattığın sanat biçimidir. Biz çizgi romancılar, hikâye anlatıcısıyız, birer - ikişer sayfalarla, bazen aylarca süren hikâyeler anlatırız. Karikatürist, bir tokat atar, indirir, geçer, biz ağır ağır gideriz... “