Akdeniz’in ağustos sıcağında dutların serin dallarına iltica eden cırcır böceklerinin ateşli korusunu dinlerken buldum onu. Dört bir yanında yükselen modern yapıların ortasında küçücük, mütevazı köy evi gibi kalan evinin avlusunda gözlerini öylesine boşluğa dikmişti.

Evinin önünden geçen kasabanın en işlek kestirme yoluna hiçbir şeyi görmeden duymadan bakar gibiydi. Uzun bir uykunun salıncağında uğuldarken göğe sokulan dutlar,  onu önce rahatsız etmek istemedim. Başında köşeli kasketi elinde iri taşlı tespihiyle dalgaya tutulmuş yelkenli gibi açılırken uzak denizlerine, bahçe kapısını tıklattım. Oturduğu eski divanın üzerinde önce başını kaldırdı, şapkasını düzeltti, sonra kendine çeki düzen verdi. Buyur etti.

Kim olduğumu kimlerden olduğumu öğrenince yüzünden sımsıcak bir kuş havalandı yanı başındaki sığla ağaçlarına. Üzerinden biraz önceki uyuşukluğu attı, gözleri parladı. Sanki yıllardır beni aynı bahçede aynı divanın üzerinde bekler gibiydi. “Ben üstümü başımı bir değiştirip geleyim böyle ayıp olur” dedi. Bir koşu içeri geçip pantolon gömlek ve şapkasını değiştirdi. Elinde biraz öncekinden daha güzel bir kehribar tespihle geri döndü. Heybetli görüntüsüyle sanki bahçede bağlı atına hemencecik binip mor dağlara, çamların uğultusuna, keklik takımına karışacak gibi duruyordu. Yeşillenen gözleri dağlarında yıkanmış çamların renginde ışıl ışıl sohbete başladık.

Altındiş Sabri, bölgenin hayatta kalan en eski kabadayılarından sayılırdı. Babası Sarı Musa, ağabeyi Küçük Hüseyin’le uzun süre dağlarda eşkıyalık yaptıktan sonra Sabri Bey’in yanında iş tutmuşlar. Sabri Bey’in yardımıyla nüfusa başka isimlerle kayıt ettirildikleri için geçmişleriyle ilgili haklarında açılan birçok kovuşturma da düşmüş.

Sonra babası kendisine yardımlarını esirgemeyen çok sevdiği ağasının adını ona vermiş, bir süre sonra Sabri Ağa pusuya düşürülerek Enver Ağa’nın adamları tarafından öldürülmüş. Ağasını kaybeden babası başka bir köyden toprak alarak yeni bir hayata başlamış eski günlerin dağ rüzgârlarını göğsünde saklayarak. Hep mor dağların serin özlemiyle gözleri çakır yıldızlarla dolu akşamların birinde terk etmiş Sarı Musa  sevenlerini.


Çocukluğumuzun düğünlerinde Altındiş Sabri zeybek döner, içki içer, kabadayılığıyla nam salardı. Aradan geçen yıllar heybetli görüntüsünden hiçbir şey kaybettirmemişti. Şimdi karşımda sessiz, derinden akan sesiyle yaşanmışlıkları dillendiriyordu usul usul… Kendini anlatmaya başladı:

”Cezaevlerinden gelmedim ben be çocuğum. Hiç haksızlığı sevmem. Ömrüm cezaevinde geçti benim.”

Karşımda ömrünün doksan dört yılının önemli bir kısmını cezaevlerinde geçiren biri duruyordu. Yılların ardından pişmanlıklar, keşkeler toplamını çatallaşan sesinden hemen fark edebiliyorduk. Hüzünlüydü, belli ki vurduğu insanlar geliyordu aklına, bugün yaşar gibiydi ömrüne bedel olan o istenmeyen sahneleri. Üzerine fazla gitmek istemedim. Salına salına soluklandı yıllardır içinde uçurumlaşan duyguları, anlatırsa karabasanlardan kurtulacak gibiydi. Yeniden başladı anlatmaya:

“Üç tane ölüm var, vurduklarımdan ölmeyenler de çoktur” dedi.

Bu olayların hepsi Köyceğiz’de gerçekleşmiş. İlk olayı aslında herkesin bildiği ormancı türküsünde yaşananların tam tersi olmuş. Bir yaz gecesi davul zurna çalınıp, göğe zeybek naraları yükselirken, rakılar kadehte uç uca ekleniyormuş. Köy muhtarının masasında oturan ormancı Mehmed Ali mavzerini düğün evinde dikilen bayrağa doğrultmuş. Gülerek:

”Ben keskin nişancıyım, yıldızından bakın nasıl vuruyorum, görün” demiş.

Bayrak gecenin karanlığında salınırken ormancı mavzerini ateşlemiş. Bayrağı tam ay yıldızından vurmuş ilk atışta. Üç mermi yakmış, üç tane daha mermi yerleştirme çalışırken hazneye Altındiş Sabri ortaya çıkıp davul zurnayı kestirmiş.

“Mehmed Ali, dedim. Döndü baktı.”

“O bizin Türkiye’mizi temsil ediyor, biz onun gölgesinde yaşayan bir millet devletiz. Hiç mi hedef bulamadın atacak başka? Yakamı açtım, sarhoşum tabii, çürük mürük demezsen buraya at”

Bunu üzerine sinirlenen Ormancı aynı hedefe tekrar sıkınca:

”Kama var, tabancada var ama tabancayı çekmedim.” diyor titreyen karıncalı sesiyle.

Mehmed Ali’yi o gece davul zurnanın sustuğu Buynuzbükü köyünde, kamanın ucunda bekleyen ölüm Altindiş Sabri’nin de sonu olmuş aslında. Öldürmenin kendini öldürme anlamına geldiğini görmemek elde değil. Köylülerin şaşkınlığı arasında birisinin motosikletiyle evine ulaşmış o gece. Yarım saat sonra kapısı jandarmalar tarafından çalınmış, elinde kelepçe sığla ağaçlarının rayihasını ciğerlerine çeke çeke yürümüş o en uzun bahçe yolunu.

Pişmanlıklar, arkasından cezaevi, yine adam vurma ve hep tekrarlanan hapislikler.

Dağlara söylenen bir türkü onun yaşamı. Kader deyip kendini hala avutamadığı deli fişek bir yaşam yalnızlığın kıyısında. Doksan dört yaşına rağmen dinmeyen ruh ağrısıyla dolanıyor anılarını her daim.

Sanki beni yıllardır gecikmişim de bekler gibiydi. İçini döktükçe rahatladı, hafife kaçtı ağırlığından azaldı.

Pişman mısın? dedim.

“Pişmanlık ne fayda, içimin uğultusu, dinmiyor, kesilen kemiğin çıtırtısı kulaklarımdan gitmiyor. Yaşadıklarım yeter, Allah canımı alsın” Dedi

Adım gibi biliyordum ki Altındiş Sabri eğer mümkün olsa yeniden dönse başladığı yere, yine geçerdi aynı yollardan.

Arap atının rüzgârıyla eşkıya gecelerden Akdağ’ın doruklarına doğru baş döndüren yıldızlara.