Paris Komünü, proletarya diktatörlüğü için bir model sundu; ancak, devrimin nasıl korunacağı konusundaki anlaşmazlıkları da körükledi.

Şayet revizyonist koyunları Leninist keçilerden ayıran bir şey varsa, bu iktidar sorunudur: Bu nedir, onu nasıl anlıyor, nasıl savunuyor ve ona nasıl tutunuyorsunuz? Eğer Marx’ı devrimin teorisyeni olarak düşünürsek, Lenin de teoriyi pratikle buluşturmaya çalışan kişidir. Marx, Lenin ve Stalin arasında bir devamlılığın olup olmadığı konusundaki tartışma, ki bizi kaçınılmaz olarak bir başka tartışmaya buradan da Lubyanka’nın (KGB’nin merkezinin bulunduğu yerin adı, ç.n.) mahzenlerine götürüyor, Rosa Luxemburg’un Lenin’i eleştirmesinden bu yana ortalığı kasıp kavuran ve muhtemelen gelecek yıllarda da devam edecek bir tartışmadır.

Temel olarak üç kamp var: Birincisi, paradoksal olarak, Stalinci tutucular ile, Marx ve Stalin arasında iyi ya da kötü dolaysız ve mantıksal bir ilişki tespit eden anti-komünistlerin oluşturduğu ittifak; ikincisi, Lenin’le Stalin arasında belirgin bir kopma görenler (bunlar büyük bir ölçüde Troçkistler’den oluşuyor) ve üçüncüsü; Marx ve Lenin arasında bir kopuş varsayan ve Marx’a analitik yetenekleri dolayısıyla hayranlık duyan, ama Lenin’e de diktatoryal uygulamaları nedeniyle karşı çıkanlar. Farklı bir dünyada yaşamak isteyen, ama oraya ulaşmak için alınacak önlemlerin hoşlarına gidip gitmeyeceğinden pek de emin olmayan bu üçüncü grubu, platonik Bolşevikler olarak adlandırabiliriz.

Proletarya diktatörlüğü düşüncesinin ortaya çıkışı, burjuva çağında tarihin hem hızlanması hem de farkındalık yaratması olgusundan kaynaklanıyor. Marx, ana hatlarıyla tanımladığı daha önceki çağlar arasında ilkel komünizmden (ur-communism) köleci düzene, buradan feodalizme ve daha sonra burjuva kapitalizmine geçişe işaret etti; artan politik bilinç kadar dönüşüm sürecinin hızlanması da söz konusu. Erken tarihsel evreler, neredeyse yüzyıllarca sürecek kadar yavaş gelişiyor. Bir sistem diğerine nerede ve nasıl dönüşüyor? Marx, özellikle de Engels, belli bir aşamada onu oluşturan parçaların toplamından daha fazlasını ifade eden ve tam bir geçişe imkân sunan ya da Lenin’in tanımladığı gibi yeni bir şeye doğru Hegelci bir sıçrama olan, hâkim sistemdeki kademeli küçük değişimlerle niceliğin niteliğe dönüşmesinin diyalektiği fikrini geliştirdi.

XIX. yüzyıl Avrupa’sında, artan bir biçimde olan buydu. Avrupa’nın belli başlı endüstrileşmiş ülkelerindeki işçiler, koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan sendikalarda, politik hareketler ve partilerde bir araya geldiler. Sorun, bu giderek artan basınçla hem mücadele edilmesi hem de bunun kontrol altına alınmasıydı. Örneğin, Bismarck döneminde, proletaryanın artan bir tehdit olduğu aşikârdı ve sosyalist partinin yasaklanmasını müteakip, o zaman “devlet sosyalizmi” olarak adlandırılan bir sistem içinde, işçilerin koşullarını iyileştirmek için 1880’lerin ortasına kadar bazı önlemler alındı.

Bu, proletaryadan kaynaklanan politik tehdidin gerçek olduğunun kabulüydü; eğer bir takım adımlar atılmazsa, bütün Avrupa’nın, 1871 baharında, işçilerin başlangıçta Prusya’nın saldırısına karşı Cumhuriyet’i savunmak adına iktidarı ele aldığı ve çok kısa bir zaman içinde, devletin karşılık vermesi ve kendi politik çıkarlarını korumak için Prusyalı saldırganlarla işbirliği yapılarak geri püskürtülen Paris Komünü’nün yolunu izleyeceğinin kabulüydü. Marx, bu deneyim ve yenilgiden hareketle, proletarya diktatörlüğü düşüncesini daha da geliştirdi.

Proletarya diktatörlüğü kavramını burada doğru anlamamız gerekiyor. Birincisi, bu soyut olarak, işçi sınıfının nüfusun çoğunluğunu kapsıyor olmasına rağmen neredeyse politik temsili ve gücünün hiç olmaması gerçeğini ifade ediyor. Bu düşünceye göre, eğer işçiler burjuva diktatörlüğüne karşı iktidarı ele geçirseydi, buradan doğacak proletarya diktatörlüğü, tanım gereği, demokratik bir diktatörlük olurdu. İkinci olarak, Komün’ün ayrıca yaptığı, ilk kez, aşağıdan yukarıya sıkıca kontrol edilen demokratik bir iktidar sistemi kurmaktı. Liderliğe seçilen herhangi bir kimse geri çağrılmaya tabi kılındı, maaşlar için tavan oluşturuldu ve diğer önlemlerle birlikte, kilise ve devlet tam olarak birbirinden ayrıldı. Ancak, Komün, Fransız hükümeti ve Prusya ordusunun işbirliğiyle yenilgiye uğratıldı ve izleyen kan banyosu, hükümet tarafından aceleyle idam edilen 20,000 ile 30,000 arasında komüncünün hayatına mal oldu.

Marx, Komünü karşı-devrimcilere karşı kendini savunmada yeterince sert davranmamakla eleştirdi; Lenin sonradan, Komünün yıkılmasına götüren “yarım önlemlerin” ötesine geçmeye istekli birleşmiş bir liderliğin olmamasına vurgu yaptı. Troçki de Komünü, bir proletarya devriminin nasıl sürekli olması gerektiğini, sınırlı demokratik taleplerden mülkiyetin kamulaştırılmasına ve sosyalist yapıların inşasına doğru hızla hareket etmek zorunda olduğunu gösteren önemli bir model olarak gördü ve bu bakımdan Paris Komünü, 1917’deki Sovyet demokrasisi için bir model oldu. Stalinciliğe kayışın bu kavramın mantıksal sonucu olup olmadığı şüphesiz aşağıda tartışılacak.

(2 Mayıs 2011, The Guardian / Çev. Ferhat İyidoğan)