Peter Thompson

Komünist Manifesto’nun ana teması, Kapitalizmin kendi yok oluş koşullarını yarattığıdır.

Geçen haftayı Marx’ın 18 Brumaire’inden alınan "İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, ama kendi belirledikleri koşullar altında değil" cümlesiyle bitirdim. O halde kendi tarihini yapmaya çalıştığı o koşullar nelerdir?

Marx, Fransız devriminden 19 yıl sonra doğdu. Bu, elbette, modernitenin gelişiminde büyük deprem etkisinde bir olaydı ve ardından gelen tsunami dalgası Avrupa’nın her köşesine yayıldı. Komünist Manifesto, Avrupa devriminin en önemli senesi olan 1848’de yayınlandı. Komünist Manifesto, sosyoekonomik değişimin hareketlenen tektonik plakalarının bir Alman devrimini ateşleyeceğini, İngiltere’de Çartistlere yardım edeceğini ve büyüyen proletaryayı Avrupa sahnesine çıkaracağını umut etti. Bu Marx’ın, eski düzenin önünde titreyeceği düşünülen, Avrupa’yı rahat bırakmayan komünist hayaletiydi.

Komünist Manifesto muhtemelen modern çağın en çok okunan ve en etkili belgesi, ama aynı zamanda muhtemelen en yanlış anlaşılanı ve aktarılanı. Meşhur giriş bölümü, kapitalist burjuva yönetiminin modernleştirici yanlarına övgü düzen bir şarkı. Manifesto’da küreselleşme ve kapitalist modernleşmenin dünya üzerinde yayılmasına ilişkin derinlemesine analizler, hatta bugün Wall Street ve the City (Londra finans merkezi)’de bile, gönülsüz de olsa hayranlık uyandıran bu ileriyi görme konusunda alıntılar buluyoruz. Modern kapitalist toplumun ortaya çıkardığı, “sağlam olan her şeyin havada eridiği” yaratıcı yıkıcılık, Marx’a göre, üretici güçlerin gelişimini, yeniden dağıtılmak için yeterli bir artı ürünün üretildiği bir noktaya taşıması için bir önkoşuldur.

Kapitalizm dünyayı ticarete açmıştı ve biz, daha 1848’de, sermayenin Amerika, Çin ve Doğu Hindistan’a yayılmasının bir aracı olarak emperyalizmin rolünü kabul etmeye başladık.

“Ucuz ticari mallar, Çin’in bütün duvarlarını döven, barbarların yabancılara karşı olan yoğun inatçı nefretini teslim almaya zorlayan ağır silahlardır. Bu, bütün ulusları, yok olma pahasına, burjuva üretim tarzını kabul etmeye zorluyor; uygarlık dedikleri, yani, kendilerini burjuva yapan şeyi onların da kabul etmesine zorluyor. Tek kelimeyle, kendi kopyası bir dünya yaratıyor”.

Bu, en azından Marx’ın ne hakkında konuştuğunu kesinlikle bildiği bir alan. 1854’de, Amiral Matthew Perry, Japonları sınırlarını serbest ticarete açmaları için askeri gücüyle tehdit ederek Japon limanlarına doğru yelken açtı ve East İndia Company faaliyetlerini iyi biliyoruz. Afyon savaşları –uyuşturucu ticaretini kontrol etmek için İngiliz devletinin çaresiz hamlesi- belki de Marx’a halkın afyonu olan din düşüncesini esinledi.

Fakat politik kavramlarla ifade edilecek olursa, hırsızlık ve deniz gücüyle elde edilen ilkel birikim ve zorunluluk hariç tutulursa, Manifesto’nun ana konusu, kapitalizmin, zenginliğin hem kaynağı olan hem de onu tehlikeye atan bir iç güç, yani proletarya, yaratmasıdır. Bu sınıf, Mary Shelley’nin Frankenstein canavarını tasarladığında, hakkında yazdığı sınıftır; endüstri, teknoloji ve modernitenin kaçınılmaz ürünü olan ama sahip olduğu gücünü bir kez fark ettiğinde onu dönüştürme ve yıkma potansiyeline sahip olan devasa, güçlü bir canavar.

Manifesto’nun birinci bölümü, feodal toplumun “çeşitli tonlarının” aksine burjuva kapitalizminin, toplumu, burjuva sınıfı –üretim araçlarına sahip olan- ile büyüyen proletarya –yaşamak için tek sahip oldukları emek gücünü satan- arasında temel bir rekabete indirgemek suretiyle, sınıfsal karşıtlıkları basitleştirdiğini iddia etmektedir;

Toprakların çevrilmesi, kırsal işçilerin kente göçü ve ağır sanayinin yaratılması, hepsi, sermayenin yayılması için kesinlikle gerekliydi ve aynı süreç kendi haklarını savunmak için birleşen işçi birliklerini de yaratacaktı.

Marx için, bu yalnızca bir politik rekabet değildi, fakat aynı zamanda, üretici güçleri geliştirmek suretiyle kendi “mezar kazıcılarını” yaratan burjuvazi üzerinde “proletaryanın kaçınılmaz hâkimiyetine götürecek”, her yerde var olan yapısal bir karşıtlıktı. İkinci bölümde, Manifesto, proletarya tarafından, iktidar ele geçirildiğinde, yapılması zorunlu “mülkiyet haklarına yapılan despotik müdahaleleri” tasarlıyor ve gerçekten çoğu kişi Gulag’ın doğuşunu bu cümleye dayandırıyor, ama ben, bu sorunu, gelecek hafta Marx’ın Paris Komünü ve “Proletarya Diktatörlüğü” üzerine yazdıklarında ele almak isterim.

Marx’ın burjuvazinin kaçınılmaz çöküşü öngörüsünün doğru olup olmadığını söylemek için muhtemelen çok erken, fakat bir araya gelmiş işçilerin yarattığı güçle sosyal reformlar yoluyla devletten elde ettiği tavizler, Marx’ın Manifesto’da ele almadığı bir şey. Ona hakkını teslim etmek gerek, 1848’de muhtemelen hiçbir yerde buna bakılmadı ve Marx ve Engels, 1880’lere kadar, sosyalizme götürecek devrimci olmayan bir yol hakkında konuştular, ancak bu noktada, çağrı basitti: "Proletarier aller Länder, vereinigt euch!" Dünya’nın tüm işçileri, birleşiniz!

(25 Nisan 2011, The Guardian / Çev. Ferhat İyidoğan).