Sheffield Üniversitesi, Ernst Bloch Araştırmaları Direktörü Peter Thompson’ın, ünlü İngiliz gazetesi The Guardian’da yayınlanan Marx üzerine bir dizi yazısını Demokrat Haber çevirisiyle sunuyoruz. Sekiz yazıdan oluşan bu seride, yazar Marx’ın günümüz dünyasında ifade ettiği anlamı felsefi, politik ve ekonomik yönleriyle değerlendiriyor...

Peter Thompson

Marx’ın fikirlerinin gerçek gücü, yine Marx’a göre, özgürlük, adalet, hakkaniyet ve eşitlik kavramlarından ziyade bunların bilimsel olgulardaki temelleridir.

Bu haftaki soru, 19. yüzyıldan günümüze Marksizmin sosyalist düşüncede nasıl hâkim teorik araç haline geldiğidir. Gerçekte, sürekli olarak öldüğü ilan edilmesine rağmen, Marksizm hala dünyanın büyük bir bölümünde kendini politik, teorik ve akademik tartışmada var etmeyi başarıyor. Marx’ın kendisinin, ‘bütün eleştiri din eleştirisiyle başlar’ dediği gibi, bugün bütün eleştiri Marx’ın eleştirisiyle başlamalıdır denebilir.

Şimdi kimi zaman kulaklarımıza kibirli ve dogmatik gelse de, Marx’ın gerçek önemi, onun ve Engels’in tarihi anlama yaklaşımının bilimsel sosyoekonomik analiz üzerine inşa edilen ilk yaklaşım olmasındadır. Darwin’i onaylayan bir yaklaşımla, Marx ve Engels, tarih yaklaşımlarının, maddi olguların somut gerçekliği üzerine inşa edilen evrim teorisine benzer olduğunu ileri sürdüler. Marx ve Engels, kendi teorilerinin sosyoekonomik yapıda var olan görünmez ama gerçek güçlerin nesnel ve bilimsel olarak kavranılması üzerine oturduğunu, hem Hegel ve liberallerin hem de ütopyacı komünist ve anarşistlerin rakip teorilerinin ise toplumun politik üstyapısı olarak adlandırdıkları özgürlük, adalet, hakkaniyet ve eşitlik kavramları ile uğraşan idealist ahlaki soyutlamalar üzerine bina edildiğini öne sürdüler.

Marx ve Engels, değişim ve devrimi, sosyoekonomik güçler tarafından yönetilen maddi gerçeklikten doğan tarihsel zorunluluklar olarak gördüler. Kendi görevlerini de, bu güçleri açığa çıkarmak, onları radikal eleştiriye tabi tutmak ve ileri doğru olası bir çıkış önermek olarak gördüler. Başka herkesin, tarihin gerisindeki harekete geçiren gücü soyut insan özgürlüğünün yayılması olarak; bir fikir, arzu ya da hayal gücü olarak gördüklerini düşündüler.

Hegel’e göre, tarih, şeylerin olduğu biçimden, yükselen bir çatışma ve gerilim aracılığıyla, yeni ve “daha yüksek” bir evreye doğru gelişen mutlak özbilince (self-consciousness) doğru hareket eden Mutlak Öz (Absolute Spirit)’den ibaretti. Bu yadsıma ve yadsımanın yadsıması süreci, yalnızca insanlığın özgürleşme süreci bir kez başarıldığında sonlanacak olan yeni sonuçlar ve yeni sosyal örgütlenme biçimleri üretti.

Hegel’de insanın özgürleşmesi, bütünüyle Mutlak Öz/İde’nin özbilincine tam ulaşmaktı. Marx’ta ise bu, sınıflı toplumdan kaynaklanan tüm sosyal karşıtlıkların ortadan kalkmasıyla başarılabilirdi. Daha yüksek bir aşama, gelecekteki komünist toplumda gerçekleşecek olan “insanın ve doğanın kendi özüne dönmesi” olurdu. Bununla birlikte Marx, bu gelecekteki toplum için bir proje sunmadı; onun fikirleri temelinde kurulan rejimlerin destekçisi olabileceği –birçok marksistin de olmadığı gibi- düşük bir olasılık. Kendi ekonomik teorilerinin özellikle bazı indirgemeci Fransız yorumlarını okuduğunda, Marx’ın bir defasında dediği gibi: “Bütün bildiğim bir Marksist olmadığımdır”.

Marx, Hegel’den yalnızca tarihin doğasında var olan antagonizmalardan dolayı tarihin belli bir biçimde geliştiğini belirttiği diyalektik metodu almadı, ama aynı zamanda tarihin model ve kronolojisini de aldı. Hegel ve Marx’ın her ikisi de, insan tarihinin avcılıkla başladığı, “Asya tipi”, köleci üretim tarzı ve bundan doğan feodalizme doğru evrildiği, feodalizmin de kapitalizmi doğurduğunu kabul ettiler.

Bazı Hegel okumalarında, hikâye, reformasyon sonrası “Alman” dünyasında sonlanıyor, oysa Marx için,  bu mutlu son, yalnızca insanlığın tarih öncesinin sonuydu, ya da Churcill’in sözleriyle, başlangıcın sonu. Ancak kapitalizmin nasıl olacağını hala bilemediğimiz bir biçimde aşılmasından sonra gerçek tarih başlayabilecek ve sosyalizm, komünizmin güneşli doruklarına giden yolda bir geçiş aşaması olarak belirebilecekti.

Marx için, tarihin arkasındaki harekete geçirici güç, maddi kaynaklar üzerindeki kontrol mücadelesiydi. Tarihi başlatan ve onun kendi kendini üreten bir hareket sistemi olmasına izin veren, artı ürün ve onu üreten araçların mülkiyetine bağlı olarak sınıfların ortaya çıkmasıdır. Hemen sonra, her dönemde ortaya çıkan, artı değere sahip olanların özel olarak belirlendiğini varsayan ideolojiler, bir şekilde doğal olarak artı ürüne hak kazandılar ve böylece artı ürüne el koyma yetkisi edindiler. Buradan Hegel’de, sahip-köle diyalektiği kavramı belirdi; bu kavramda düşünce, tanınma ya da tutku (thymos)  için sürekli mücadele yoluyla gerçekliğe varmaktadır. Diğer yandan, Marx için bu sahip-köle diyalektiği, basit olarak sınıf çatışmasını tanımlamanın diğer bir yöntemiydi – üretim araçlarının kontrolü için temel bir mücadele.

Marx, mevcut herhangi bir düzen herhangi bir verili zaman aralığı için devam edebilir, diyor, fakat sınıf karşıtlığı var olduğu sürece, bu sonsuza kadar süremez. Belli bir noktada, artı ürün biriktirmenin maddi araçları ve ona sahip olmanın ideolojik savunması çökmeye başlar ve dünyanın altüst olduğu ve alt sınıfın yeni yöneten olduğu radikal değişim dönemine doğru hareket ederiz.

Bu daimi ve evrensel bir süreç ama devrim, başarılı olmak bir yana, hem nesnel maddi koşullar ve hem de öznel politik koşullar onun için olgun olduğunda etkinlik kazanır. O halde bu, Marx’ın kendi tarih teorisini nasıl soyut fikirler ve heveslerin çözülmesiyle değil, ama üretimin maddi ve politik şartları tarafından harekete geçirilen bilimsel bir teori varsaydığıydı. Gelecek yazıda, hem Karl Popper tarafından dile getirilen bilimsel kesinlik suçlamalarına karşı yapılan geleneksel itirazları, hem de Marksizmin yarı dinsel bir teoloji olduğu suçlamasını ele alacağım.

(11 Nisan 2011, The Guardian / Çev. Ferhat İyidoğan)