Demokrat Haber / Atillâ Aksel*

“1 Mayıs’ın uluslararası işçi bayramı olarak kutlanması, sekiz saatlik işgünü mücadelesinin bir ürünüdür. Amerikan İşçi Federasyonu’nun (AFL) sekiz saatlik işgünü için 1 Mayıs 1886’da ilan ettiği genel grevin odağı haline gelen Chicago’da polisin göstericilere ateş açması kanlı olaylara neden oldu. … AFL 1888’de yaptığı toplantıda, sekiz saatlik işgünü kabul edilinceye değin 1890’dan başlayarak her yıl 1 Mayıs’ta gösteri yapılmasını kararlaştırdı. II. Enternasyonal’in Paris’te toplanan 1. Kongresi (14-21 Temmuz 1889) bu kararı uluslararası düzeyde uygulamayı benimsemesi üzerine 1 Mayıs, ABD’nin yanı sıra Avrupa ülkelerinde de işçi örgütlerinin bir eylem günü oldu. Zamanla sekiz saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edildi. 1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliği kazandı.”(1)

Bugün Türkiye’de egemen olan kapitalist düzene “vahşi” demek herhalde haksızlık olmaz. Böyle bir düzen içerisinde yörelerini, ülkelerini ve dünyayı anlamaya çalışan gençlerin büyük çoğunluğunun, insan onuruna yakışmayan çalışma yahut çalıştırma koşullarını olağan gördükleri kanısındayım. Özellikle özel kesimde çalışmakta olan gençler, belli bir düzeye yükselebilmek için birbirini çiğnercesine bir yarışma içinde yuvarlanıp gitmekteler. Üstelik bu yoğun uğraş içinde karşılaştıkları haksızlıkları sineye çekmek zorundalar. Çalışma saatlerinin uzunluğu, fazla çalışma ücreti ödenmemesi, işyerinde öğle yemeği verilmemesi, servis aracı sağlanmaması, yıllarca tatil yapmadan çalışmak zorunda kalmak, zam yapılırken başkasının omzuna basana daha fazla verilmesi, işveren vekiline karşı basit bir istekte bulunulması halinde bile işten tazminatsız çıkarılıvermek ve benzeri hallerde onları koruyup kollayacak kimse yok. Bu durum yüreklerine dehşet ve korku salıyor, sinmelerine yol açıyordur. Çünkü istatistik kurumunun verilerine göre işsizlik ortalama yüzde 10’larda seyrediyor. Yıllık büyümenin övünçle yüzde 5’in üzerinde olduğu açıklanıyor. Ama sistem bu düzeyde bir istihdam sağlamıyor. Üstelik emekçileri her türlü sosyal hak, sigorta ve tazminattan yoksun bırakan “Sözleşmeli İşçilik” ve “Taşeronluk” gibi yeni icat sömürü mekanizmaları var.

Bu satırların yazılma nedeni, genç emekçilerin çalışma düzenini hep böyle olduğunu sandıklarını fark etmemdir. Durum eskiden bugünkü gibi eşitsizlik ve adaletsizliklerle dolu değildi, emekçiler birleşerek haksızlıklara karşı çıkarlardı. 1980’den önce birçok işyerinde sendikalar örgütlüydü. Günümüzde kamu işyerleri ile bankalar ve sigorta şirketlerindeki çalışma düzeni, o dönemin sendikal mücadelelerinin armağanıdır. Bugün sözünü ettiğim işyerlerinde günde sekiz saat, haftada beş gün çalışılır. Eskiden İstanbul’da fırınlar, belli başlı süpermarketler, hatta mahalle aralarında bugün market denen büyük bakkallar bile pazar günü kapanırdı. Herkes cumartesiden ekmeğini ve öbür ihtiyaçlarını alırdı.

Tam burada 1977 ağustosunda iki sigorta ve bir hizmet şirketiyle imzalanan toplu iş sözleşmelerinden bazı örnekler vererek konuya açıklık getirebilirim. Bu sözleşmelere göre günlük çalışma süresi 7,5, beş işgünlük haftalık çalışma süresi 37,5 saatti. Kimse fazla çalışma yapmaya zorlanamaz, yapılması halinde fazla çalışma ücreti yasal miktarın yaklaşık iki katı olarak ödenirdi. İşten çıkarma üyelerinden ikisi işveren, ikisi sendika tarafından atanan bir kurul tarafından yapılabilirdi; eşitlik halinde baro yönetim kurulunun atayacağı bir avukatın oyu sonucu belirlerdi. Yıllık dinlenme izni cumartesi ve pazar hariç 30 işgünüydü. İstifa dahil hizmet akdinin sona ermesi halinde kıdem tazminatı 40 günlük istihkak üzerinden hesaplanırdı. Yılda dört ikramiye ödenirdi.(2) Aynı işyerlerinde 1979’da grev sonucu yapılan sözleşmede yıllık dinlenme izni 40 işgününe, ikramiye de 6’ya çıkarıldı. Bir ay tek, bir ay çift maaş alınırdı; ayrıca birer maaş da tatil ve yakacak parası vardı.

Önce 24 Ocak 1980’de ilan edilen “Ekonomik Tedbirler”, sonra ordunun 12 Eylül 1980’de partiler ve özellikle sendikalar ile demokratik kurumların üzerinden silindir gibi geçerek demokrasiye indirdiği darbe ve bu darbenin şemsiyesi altında gelişen Özal döneminde çalışanların kazanılmış hakları yok edildi. Parlamentonun kapatıldığı antidemokratik düzende buna karşı çıkabilecek hiçbir güç kalmamıştı. Günümüzde emekçilerin taleplerine cevap veremeyen iş, sendikalar, toplu iş sözleşmesi grev ve lokavt yasaları hep o dönemin eseridir. 12 Eylül döneminin özeti, işverenler sendikası eski başkanı Halit Narin’in şu sözleridir: "Şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi biz güleceğiz!"

Mevcut yasaların yeniden yazılmasına zemin hazırlayacak olan yeni anayasa çalışmaları, ülkeye barış getirmesinin yanı sıra emekçi haklarının geliştirilmesini de gözetmelidir. Önümüzdeki 1 Mayıs’ların işçi haklarının geliştirilip, ulaştırılacağı düzeyde korunması için bir fırsat olarak değerlendirilmesini dilerim.

____________________________________

(1) AnaBritannica 5. cilt, s. 353, İstanbul, 1994.

(2) İşçinin Gazetesi Bank-İş 40. sayı, İstanbul, 1977.

* Eski sendika yöneticisi