1904 yılında dostu Oskar Pollak’a yazan Kafka, “bütünüyle” diyordu; “bizi ısıran ve bizi zehirleyen kitapları okumalıyız. Okuduğumuz kitap kafamıza balyoz indirilmiş gibi bizi uyandırmıyor ise, neden okuma zahmetine girelim ki? Senin dediğin gibi, bizi mutlu kılsın diye mi? Aman Tanrım, hiç kitap olmasaydı da o denli mutlu olurduk. Kendimizi azıcık sıkarsak bizi mutlu edecek kitapları biz de yazabiliriz. Bize gerekli olan, en acı verecek talihsizlik gibi bize vuran kitaplar. Kendimizden çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi vuran, insanlardan uzaklara, ormanlara sürgün edilmişiz duygusu veren, intihar gibi kitaplar. Kitap içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı. Ben buna inanıyorum. (Okumanın Tarihi, Alberto Manguel. Çeviren: Füsün Elioğlu)

Sanırım Nietzsche’de kitap üstüne, belki de daha çok okuma üstüne buna benzer bir şeyler söyler: “Okuduğumuz bir kitap bizi bir basamak daha yukarı taşımıyorsa zamanımızı boşa harcamışız demektir.” (Güç İstenci, Nilüfer Epçeli çevirisinden)

Okuduğumuz şiir, öykü ya da roman bizi çarpmıyorsa okuyoruz diye övünmeye hiç gerek yok, ucuz bir oyalanmadan başka bir şey yapmış değilizdir. Ha, hayat bir oyalanmadır diye hızla karar verenler buna karşı çıkabilir, elbette ki öyledir, ne sandınız. Ama kimisi kıraathanede okey oynayarak oyalanır, bir başkası da Cioran’ı okur, tercih sizin.   

Burada çarpma derken pornografiden bahsetmiyorum, çıkarıp yarasını göstermek de bir tür pornografidir hâlihazırda. Son dönemlerde televizyonlarda gösterilen yarışmalarda, örneğin şarkı söyleyecek bir genç delikanlının ya da kızın, mikrofon uzatılan gözü yaşlı annesinin ya da babasının, oğlunu ya da kızını ne zorluklarla büyüttüğünü, falan filan anlatması gibi bir dilencilikten de bahsetmiyorum. Bunlara benzer romanlar da vardır, filmler de. 2017’de yayımlanan ve aynı yıl üstüne sayısız yazılar yazılan Mehtap Ceyran’ın Mevsim Yas romanı gibi. Özgeçmişinde politik nedenlerden dolayı daha on dört yaşındayken hapse girdiği ve çocukluğunun son dönemini ve gençliğinin en güzel yıllarını hapiste geçirdiği yazılan bu yazarın yara diye her ne yazarsa muhtemelen hüngür hüngür ağlayarak okuyacak gözyaşı dökmeye hazır komutta bekleyen bazı okurlar ya da okur olduğunu sananlar da olacaktır. Elbette ki en kötü okur da okurdur bir şekilde, buna diyecek bir şeyim yok. Kürtlerin çektiği bu acılara (bunu genelleyerek) roman boyunca öfkelenen az okumuş okurun sayısı hiç de az değildir, onları da anlıyorum, ama bu durum eserin iyi ya da kötü olmasını kanıtlamaz. Bunlar arasında, nasıl olsa acılarımızı-yaramızı gösteriyor diye bolca övgüler düzen, kendini eleştirmen sanan ve hatta kendini bu konuda general sananlar da çokça çıkabilir. Artık biliyoruz ki, bir eserin-yapıtın üstüne sayısız yazı yazılmış olması ya da o kitabın birçok baskı yapması da yetmiyor onun iyi bir eser olduğuna. Zira yazarın saz arkadaşları oturup bir grup kurduğunda şarkıya eşlik edecek bir kitle her zaman ortaya çıkar, her kim sazı eline alırsa alsın onlar halaya kalkmak için her zaman ordadır zaten. Hele bir kitabın iyi ya da kötü olduğuna yayınevinin etiketine kanarak bu konuda yargıya varan kişilere pes diyorum. Elinize fotokopiyle de yazılmış bir eser düştüğünde yargıya çabuk varmayın, hele okumadan asla. Lütfen bu okurlar benimkileri hiç okumasın.

Antik Yunan tragedyalarıyla da meşhurdur. Sanırım 21. yüzyılda tragedya denmeye hak eden sanatçıların başında gelir, Koreli yönetmen Kim ki Duk’un filmleri. Örneğin, Kuş Kafesi Moteli (Birdcage Inn) filmini ele alalım: “Daha filmin ilk karelerinde bir genç kız karşıdan gelmekte olan aynı yaşlarda gösteren başka bir genç kızla karşılaşır. Elinde tuttuğu kavanozu yere düşürür karşıdan gelen kız, kavanoz kırılır, suyu yere dökülür, toprak üstünde çırpınan küçük kırmızı bir balık belirir. Çırpınmaktadır bu balık. Film ilerledikçe kızların yer değiştirmiş olduğunu anlarız ve bu kızların aslında karaya düşmüş bu çırpınan küçük balıktan hiç de farklı hayatları olmadığını anlarız. Ve yönetmen bunu bize en sert şekliyle gösterir, tabii sinema estetiği çizgisinde.” Aynı yönetmenin bir başka filmi (Moebius), zaten bir Antik Yunan tragedya yazarının eseri uyarlaması olduğunu gizlemez. Sophokles’in Kral Oidipus eserinden uyarlanan bu film, içinde tek kelime diyalog olmadan bile bizi yerden yere çarpar, uzun süre soluksuz kalır izleyici, ama herkese göre değildir bu film.

Diyeceğim o ki, iyi eserler bizi çarpar, bu roman da olabilir sinema da, çarpmalı da; ama dilencilik kokan eserlerden de uzak durmak gerek. Yoksa biz iyi bir sanat eserinin tadına baktığımızı sanıyorken, aslında dilimizi köze batırdığımızı uzun bir zaman fark etmeyebiliriz, gören bir göz değilsek eğer.