Geçtiğimiz cumartesi günü yani 16 Aralık 2013'te 25 gün aradan sonra tekrar bisiklete bindim.

25 gün öncesine kadar bisikletle işe gidip geldiğimden günde en az 40 kilometre bisiklet sürüyordum. Bisiklet benim için bir ulaşım aracı olmanın yanı sıra terapi ve sağlık kaynağı...

Ne oldu da 25 gün bisikletten ayrı kaldım? Bisiklete binemedim?

Havaların soğuması veya yağışların başlaması diyebilirsiniz... Ama değil. Zira cumartesi günü İstanbul'da güneş çıksa da hava yeterince soğuktu.

 Bisikletimin bozulması da ihtimaller dahilinde sıralanabilir... Fakat daha yeni bir Sedona'nın 301 modelini alarak ben de "301'lik" olmuşken bu da ihtimal dışında...

Sizi fazla sıkmadan ve yormadan sebebi açıklayayım: Kul hakkı!

Hepinizin malumu ülkenin "yüzde 99 müslüman var" şeklinde gerçeklerden epeyce uzak bir ezberi var.. İslamın diğer dinlerde de olan fakat nedense vurgusunu daha fazla yaptığı "Kul Hakkı" diye bir kavramı... Öyle ki Allah'ın affedemediği tek günahmış, zira hakkı yenen kula düşermiş bunu affetmek...

 Bunun benim bisiklete binmemle ilgisini birazdan açıklayacağım ama öncesinde biraz da bazı "gösterişli müslüman"lardan bahsedeyim:

Efendim bunlar kullandıkları araçların her tarafına, "Maşallah", "Allah Korusun", "Bismillahirahmanirahim", şimdilerde çok fazla rastlanmasa da "Kurtuluş İslamda" ayrıca siyasal İslamın simgesi haline gelen nev-zuhur "Rabia" işareti" etiketleri yapıştıran dolmuş ve otobüs şoförleri...

Hepimizin bildiği gibi ülkemizdeki tüm yollar, bu dolmuşçu veya şoförlerin babaları tarafından yapılmıştır ve bu nedenle yol her zaman ve her durumda onlarındır... Kimse buna ses çıkaramaz. Ses çıkaran araç sürücüleri de anında etrafında yolun ortasına dolmuşunu bırakarak dolmuştan inmiş ve lince lazır bir dolmuşçu "sürüsü" bulurlar..

Bu arkadaşlar "tevhid inancına mensup olmakla" yani tek Allah'a inanmakla övünürler. Fakat yollardan özellikle yayalar, motorsikletliler ve bisikletliler için Allahlık yapmaktan da çekinmezler. Zira dolmuşçuların "bağışlayan ve esirgeyen" (rahman ve rahim) olmadıkları durumlarda yayalar, motorsikletliler ve bisikletliler için yine Allah gibi "ölüm meleği"ni görevlendirmekten de kaçınmazlar...

Neyse, buraya kadar okuduysanız 25 gün neden bisiklete binemediğimi anlamışsınızdır...

Kafamda ışıklı kask, üzerimde flaşörlü yelek, ayağımda flaşörlü paça bandı, bisikletin üzerinde flaşörler ve kocaman bir yanıp sönen ışıkla -arkadaşlarımın ifadesiyle disko topu gibi- yol almama karşın durağın kenarından geçmemi 1 saniye beklemeyip beni sıkıştırmayı tercih eden İETT şoförü...

Sıkışmamak için küçük taşlarla kaplı ve asfaltla kot farkı olan durak cebine girmemle kendimi yerde bulmam arasında bir saniye bile geçmedi...

Durakta inen-binen yolcu olmadığından kapıları bile açmadan gaza basıp giden 17 numaralı hattın otobüs şoförü...

Sonuç ilk gidilen devlet hastanesinde kırığı göremeyen acil servis doktoru ve ertesi sabah gidilen hastanede yapılan alçı!

* * *

Avrupa'dan kesin dönüş yapmaya hazırlanan ve Avrupa'nın ciddi bir ekonomik krizle boğuştuğunu söyleyen kayınpederime Avrupa'ya göç planlarımızdan bahsettiğimizde o "işçi göçmen" alışkanlığıyla Avrupa'da iş kalmadığından filan bahsetti. Ona bizim göç gerekçemizin iş değil yaşam kalitesi ve insan ilişkileriyle ilgili bir konu olduğunu anlatmak zor oldu. Fakat bir cümle kurdum: Eğer Avrupa'da bisiklete biniyor olsaydım şuanda kolum kırık olmazdı, velev ki kırıldı bu defa da ciddi tazminatlar kazanırdım...

Demek ki "kul hakkı" yemek Müslüman ülkelerde varken, Hristiyan ülkelerde yok..