Kumrular ki en özgür kuşlarıdır göğümüzün, upuzun boşluktan kanatları değer denizin dip suyundaki mercanlara. Dilimize yerleşen “Kumru gibi ”sözünün hakkını her daim verirler sohbetlerde, yakıştırmalarda. Yavrulama öncesi büyük bir özenle taşıdıkları ağaç çöpleriyle yuvalarını kuruverirler hemencecik kıyılara köşelere. İnsana yakındırlar. Yıllardır insanın kalbini okuduklarına inanırım onların. Gittiğim her şehirde bir kumru gelip soluklanmıştır balkonumda, ömrümde. Kumrulu sokağa düşmüşümdür hep, kumrulu düşlerin içindeki bir çocukluğu sarmalayıp dalıma.

Kentlerde kumruların evlerin balkonlarına pencere kenarlarına inatla taşıdıkları çer çöpü yuva için biriktirirken onların aşk halini gözleme olanağı elde eder kent sakinleri. Gelirler geçerler balkonlarımızdan, yağmur yorgunu camlarımızdan uygun bir nokta ararlar kendilerine. Kimi zaman evin hanımı kovalar onları, balkondaki gürültülü konukluktan rahatsız olduğu için, kimi zamanda bütün kapılar açılır önlerinde, yavrularını uçuruncaya kadar sevgiyle desteklenirler hane halkı tarafından.

Yılmaz Güney 70’li yıllarda Çukurova’da kumruların sayısının azaldığından, bunun sebeplerinin araştırılması gerektiğinden bahsediyor. Bu konuda pek çok sebep olabilir, benim ilk aklıma gelen köylere kadar çekilen enerji hatları ve tarımsal faaliyetler.1970 ‘li yıllarda hız kazanan elektriğin yaygınlaşması için en ücra köylere kadar çekilen teller dikilen direkler, hala günümüzde de önemini koruyan kuşlar için yaşamsal sorunun başlangıcı oldu. Özellikle büyük kuşlar o yıllardan günümüze istatistiği tutulmasa da yüksek gerilimden, elektrik direklerindeki tellerden oldukça fazla zarar gördü.

Kumrular özelinde değinmemiz gereken diğer bir konu da çevresel faktörlerden kaynaklanan değişimlerdir. Akdeniz’de kıyı boyunca tarım alanlarının ormanlık alanların bozulmasıyla elde edilmesi, buraların hesapsız plansız bir şekilde tarıma açılması sonucu hızla başlayan pamuk ekimi, kullanılan DDT gibi tarımsal ilaçlar toprağı ve suyu zehirlemekte gecikmedi. Toprak su, hava, bu eko sistemdeki canlılar için tehdit oluşturdu. Tarımda yanlış kullanımlar ve tercihlerden kaynaklı sorunlar günümüze kadar gelen yıkımların sebebi oldu. Eskiden pamuk tarlalarının sulama kanallarında iri balıklar, kaplumbağalar, su kelebekleri dolaşırdı. Ağaçların dallarında, dutluklarda kumrular baharla birlikte başlardı Akdeniz’in doğanın konçertosunda halaya katılmaya… Bilirdik ki bahar gelmiş Toroslar beyazıyla inmeye başlamış aşağılara, ovaya, laciverte. Kumrular kanatlanmış yavrularıyla susam tarlalarını fır dolanıyor sabahın ilk serinliğinde, serçe solutan sıcaklar başlamadan henüz aşmışlar Fistigan yaylasını.

  Peki, kumrular neden bu kadar çok sevilir Akdeniz’in kıyıcığında? Pek çok kuş av hayvanı olarak avlandığı halde kumrulara pek ilişilmez. Serçelere bile sürü haline geldikleri zamanlarda tüfek doğrultulabilir, küçük olmalarına rağmen etleri lezzetlidir diye, fakat kumrulara asla. Çünkü kumrular halkın söylencelerinden alır kutsallığını, bu kutsallık kuşaktan kuşağa yayılır, sözlü bir gelenek olarak çocukların hayal dünyalarını süsler.

Ben de Şerife ninemden dinledim ilk kez kumrunun çağları delip gelen hikâyesini. Bizimkiler pamuğa gittiklerinde hastayım diye onun yanında kalmıştım bir sabah. O zamanlar gerçekten bize çok geniş gelen bahçenin içinde kapı kapıya olmasa da kalp kalbeydi evlerimiz. Ben can sıkıntısından elimdeki sapanla mısırların konulduğu çit ambardaki kumrulara taş atmaya başlayınca Şerife ninem yüz yıllık ceviz ağacının altına, oturduğu yere beni çağırmıştı yanına. Birkaç dini içerikli nasihatten sonra başlamıştı kumrunun gerçek üstü hikâyesini, sözel tarihin derinliklerinden taşıyarak teatral bir edayla anlatmaya.

Bir zamanlar bir köyde biri kız bir erkek iki çocuk yaşarmış. Çocukların annesi vakitsizce ölüvermiş. Babası iki küçük çocukla ortada kalınca hemen yakın çevresindeki eş dost başlamışlar babaya:

-Evlen, iki çocukla ortada kalırsın rezil olursun, demeye.

Baba bu tür zorlamalara bir süre ayak diremişse de sonunda iki çocuğun bakımı zor gelmeye başlamış olacak ki kendine sunulan eş önerilerinden birini kabul etmiş. En son görücüye gittiği kadın dağ köylerinden aynı adam gibi eşi genç ölmüş birisiymiş.

İlk günlerde çocuklara çok iyi davranıyor görünmesine rağmen zamanla yüzündeki maskeyi çıkarıvermiş. Kadın Özellikle babaları olmadığı zamanlarda çocukları yaptıkları en küçük hatada dövmeye, hakaret etmeye başlamış. Çocuklara babalarına söylememeleri konusunda sıkı sıkı tembihleyip tehdit edermiş. Çocuklar birbirlerine sokulup korkuyla ağlaşırlarmış. Günlerce hiç kimseye bir şey söylemeden saklanmışlar evin içindeki yataklığın altında.

Bir gün kadın pamuk toplama zamanı tarlaya çalışmaya gitmiş. İki kardeş evde kalmışlar. Kadının gittiğini anlayınca kaldıkları yerden çıkmışlar. Evin içindeki ocaklığın başına oturup oynamaya başlamışlar. Bu arada ocağın kenarında bulunan yağı dökmüşler. O zamanlar yağ çok değerli olduğundan çocukları bir korku almış. Üvey annelerinin kendilerine yapacağı kötülükleri düşünmeye başlarken iki kardeş birbirlerine sıkı sıkıya sarılmışlar.

Saatler geçmiş, kadın eve gelmiş. Çocukları bulamamış. Bahçedeki dut ağacının dallarında bir çift kumru havalanmış, portakal ağacına konmuş. Oradan ötmeye başlamış.

Guguk guk guguk guk!

Yağ döktük!

Guguk guk guguk guk

Yağ döktük!

Kadın gerçeği anlamış ama iş işten geçmiş. Şimdi bir çift kumru havalansa Şerife ninem aklıma gelir. Kültürümüzün derinliklerindeki o büyük insanlığı bunca hay huyun içinde bir kez daha duyarım.

Kumrular doldurur göğümü. Sabahımı, pencerelerimi kapamam kanat seslerine kumru seslerine umuda.