İstanbul’un görünmeyen, silik yüzleri kalabalık çekildiğinde belirginleşiyorlar.

Bayramlar bu med-cezirlerin en belirgin yaşandığı zamanlar.

Tam tarih veremem ama belki de komşumuzdaki savaştan ve onun daha öncesinde Dünya’da yaşanan ekonomik kriz yüzünden ülkemizde kendilerine yeniden bir hayat kurmak zorunda kalan insanlar, o çekilen kalabalık sonrası ortaya çıkan çakıl taşları, deniz yosunları gibiydiler bu bayram İstanbul sokaklarında.

Belki bir on sene önce İstanbul’da bayram günleri şehrin caddelerinde görünür olan insanlar, çalışmak için Anadolu’dan şehre gelmiş ama bir türlü şehrin hayatına karışamamış, bu ayrıklığını hisseden insanlar olurdu. Hazır kendilerini farklı hissettirenler ortalıktan çekilmişken, etrafı keşfe çıkmışlar gibi gezinirlerdi. Onlar da İstanbul’da kendi bayramlarını yaparlardı.

Bunu sözler, babası askerliğini yapmak için köyden şehre gelmiş, 50 senedir şehirde yaşayan birinin gözlemi sadece.

Dedesi askerlik için şehre gelmiş ve 150 senedir burada olanın, beni tanımlama şekli de farklıdır mutlaka.

İki havaalanı arasında toplu taşıma araçlarını kullanarak yaptığım yolculuklarda, -bunlara yolculuk demek çok hoşuma gidiyor, yola çıktığını düşünürsen, gerçekten yolda oluyorsun ve istersen, yabancı bir şehrin keşfi başlıyor bünyede- gördüm ki benim gibi keşfe çıkmış insan profili değişmiş.

Bu bayram bünyemde ilkler fazlaydı.

Babam bir bakımevinde kalıyor. Onu ziyaret ettim iki kere.

Öyle bir ağacın altında bakıştık bu sefer. Çimenlerin üzerine kurulmuş masalardan birinde oturduk. Ben ayakkabılarımı çıkardım, hazır toprak ve çimen bulmuşum. Babama “sen de çıkar terliklerini bak, toprak iyidir” dedim. Babam “yok ben istemem” dedi.

Bana bir elma ağacı gösterip, “git şu armuttan getir bana” dedi. “O elma”, dedim.

“Git getir bana” dedi.

Kalktım, ağacın yanına gittim. Gerçekten elma ağacıydı. Bir an tereddüt ettim “acaba elmayı koparsam mı?” diye, ama olmamış meyveyi babamın ısırıp takma dişini kırmasından korktum.

“Günah” dedim, “baba daha o olmamış, biraz bekleyelim, olduğu zaman ben sana onu koparırım”.

Bahçenin etrafındaki sınırları gösterdi bana, “bu duvarlar bu bahçeye mi ait?” dedi. “Evet” dedim.

Ortalıkta siyah bir tavuk geziniyordu. “Bak baba” dedim, “harbiden özgür bir tavuk, tek başına takılıyor buralarda”.

“Sana para vereyim, bana bundan al” dedi.

“Olur” dedim.

Burnu aktı. Yanımızda kağıt mendil yoktu. Ben de kafama güneş geçmesin diye yanımda taşıdığım ütülenmiş katlanmış bandanamı verdim. “Al bu mendili” dedim, “temiz, senin olsun”.

Burnunu her sildiğinde, “bu benim mendilim mi şimdi”, dedi.

“Evet”, dedim, “o senin artık”.

Bir ara mendili masanın üzerine koydu. Kutsal kitabı ya da bir sözleşmeyi masanın ortasına sürer gibi. Öne eğik başını dikleştirdi. “Vasiyetimdir” dedi, “ben ölürsem, bu mendil üzerinde hak iddia edebilirsin, istediğin gibi, buna izin veriyorum”.

“Tamam baba” dedim.

Sıkıldı benimle oturmaktan. “Ben gideyim” dedi. “Nereye gideceksin”, baba dedim. “Kahveye gideceğim, arkadaşlar var, beni bekliyorlar” dedi.

“Peki, seni götüreyim”, dedim.

Koluna girip onu hemşirelere teslim etmek için bakımevinin kapısına yöneldiğimizde ayak diretti. Gerçekten dışarı gitmek istedi. Bunu söyleyecek kelimeyi bulamadı ama ben elli yıllık babamın ayak sürtmesinden anladım.

Kapının girişinde kurumun sahibi oturuyordu. Ona elini uzatıp tokalaştı. Hiç birimiz anlamadık, neden öyle yaptığını. Belki adamın oturduğu masada, şeker ve kolonya olduğu için babamın zihninde bilgi çağrışımları yaptı, bilemiyorum.

Babam, adama döndü, -bir kolunda ben bir kolunda hemşire var-, kendisini belki oranın sahibi olarak hissetti. “Şimdi sana görev veriyorum” dedi adama, “yarın şu siyah tavuğu keseceksin, bana getireceksin”.

Ben kahkahalarla güldüm, hemşire patronunun karizması çizildi diye düşündü, çünkü adam bozuldu, sanki işlettiği kurum otelmiş de alzheimerlı bir konukla karşılaşmış gibi tribe girdi.

Hemşire durumu kurtarmak için, “beyaz olsa olmaz mı” diye kendince espri yaptı.

Ben babamı asansöre bindirip adamın gönlünü almak için veda etmek istediğimde, adamcağız bahçeye çıkmış hava alıyordu.

Belki de yavrularını kaybetmiş, kafasına göre takılan siyah özgür tavuğu, çocuklarını bulması için azarlıyordu, bilmiyorum.

BİR DAKİKA ARKADAŞLAR

Oradan ayrılıp otobüs ve metro kullanıp Avrupa yakasına geçtim.

Eve dönüşte Marmaray’da, Yenikapı’da sanırım birden doldu aracın içi.

Ben ayakta duruyordum. İki genç kadın oturmuş sohbet ediyordu, yanlarındaki koltuk boştu, adamın teki koşup pat diye oturdu, genç kadın da doğal olarak arkadaşıyla konuşmasını kesip ne oluyor diye baktı.

Bu arada oturduğu yerde çapraz ve bacak bacak üzerine atmış bir durumda oturan kadın, yanına çat diye adam oturduğunda hiç istifini bozmadı.

Hayır ne oluyor diye baktım, dedi ama toparlanmadı. Oturan adam da pişkin, yanında arkadaşları da var. Bu arada bunlar Türkçe konuşan ama şehrin yabancısı olan tipler.

Diğer durakta kucağında bebeği olan bir baba bindi ailesiyle. Ben artık yavaş yavaş gerilmeye başladım. O kalabalığın içinde “Kadın Bedeninin Spiritüel Gücü” diye bana göre muhteşem bir kitap okuyorum. Okuduklarım bana o kadar çok değiyor ki insanları susturup “bir dakika arkadaşlar şunu bir dinleyin hele” diyesim var.

Denizde yunus balıklarının, zıplayışının şahaneliğini gösterir gibi onlara anlatmak istiyorum öğrendiklerimi ama içinde bulunduğum durumu daha net görmekten başka bir şey yapamıyorum.

Sonunda o iki kadının pervasızlığı bende akıl tutulmasına sebep oldu. O kalabalıkta, etrafa aldırmadan, et yığının arasında yayılıp sohbet etmelerine dayanamadım.

Bu arada tepelerinde dikiliyorum. Yayılmış oturan kıza dedim ki yanındaki adamın sana dokunmasından rahatsız oluyorsun ama toparlanmıyorsun, bebeği ile bir adam tepene dikiliyor bundan hiç rahatsız olmuyorsun. Üstelik genç bir kadınsın, devamını unuttum, sen ne ayaksın dedim herhalde.

Aslında kuyuya taş atan deli oldum. Çünkü oturan kızlar yine istiflerini bozmadılar, ay deli mi ne bile dedi bir tanesi. Sanki annesinden azar yemiş gibi savunmaya geçti. Başbakan ol bari falan dedi, -bunu sevdim- sen de telefonda oyun oynuyorsun, dedi. Harbiden bir ara oynadım, yalan değil. Ama onlarla dalaştığımda elimde kindle vardı. “Al”, dedim “oku”.

Ne alaka dedi, burası özgür bir ülke.

En tuhafı herkes bana yer vermek istedi. Bana sakin ol dediler, sen onları boş ver dediler. Zaten yayılmış arkadaşını savunan kıza sonunda annesi gibi öyle bir baktım ki artık kelimelerin bittiği andı. O da susmak zorunda kaldı.

Bu arada tanrıya bin şükür oğluma hiç öyle bakmadım. Benim oğlum benim “canavar anne/kadın” yanımı hiç çıkarmadı ortaya.

Son durağa geldiğimizde o yanında oturan adamla beni çekiştirdiler inerken sonra o adam ve arkadaşı köşede bekleyip bana Kadıköy’e nasıl gideceklerini sordular. Ben de “tabelaları okuyun”, dedim. “Okumamız yok”, dediler. “İnsanlara sorun” dedim. O zaman arkamdan, bu da kadınlara kızdı, bizden intikamını alıyor, dediler.

Onlara da baktım. Sustular.

Kendimle baş başa kaldığımda bu akıllarıyla kalpleri arasındaki iletişimde tıkanıklık olan insanlarla nasıl baş edeceğimi düşündüm. Gelecekte aciz bir duruma düşersem, onların elinde nasıl derdini anlatamaz bir durumda kalacağımı hayal ettim.

BİR YERLERİMİZDEN TIKANMIŞIZ

İnsanların arasında müthiş bir iletişim kopukluğu var, bunun sebebi kendi içlerinde olan akışın tıkalı olması.

Kalpleriyle zihinleri arasındaki iletişimde ritim bozukluğu var.

Bir bedende olması gereken ahenkli akım geçişi yok insanlarda.

Hepimiz bir yerlerimizden tıkanmışız.

Evrenin dişil yanı yani biz kadınlar muhafaza etme özelliğine sahibiz.

Yaşadığımız dünyayı değiştirebilmemiz için kendimizi değiştirmemiz, kadın kimliğimize sahip çıkmamız gerekiyor.

Evreni değiştirmeden önce dinlemeyi ve tanıklık etmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Karşımıza çıkan insanın enerjisine dönüşmemek için kendi enerjimizi korumayı ve muhafaza etmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Bunlar benim yeni bilgilerimi yaşadıklarım üzerinden, yüksek sesle ezber yapmamın dışa vurumu.

Paylaşma nedenim ise yazının ve paylaşmanın şifasına inanmam.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.