Cumhuriyet davasının ilk duruşması tutukluluğun cezaya dönüştürüldüğü dokuz aydan sonra tesadüfe bakın ki “basından sansürün kaldırılışının” 109. yıl dönümünde görülmeye başlandı. Hafta boyunca devam eden duruşmalarda savunmalar dinlendi. Mahkemenin ara kararında Güray Öz, Turhan Günay, Musa Kart, Hakan Kara, Önder Çelik, Bülent Utku ve Mustafa Kemal Güngör tahliye edildi. Murat Sabuncu, Akın Atalay, Kadri Gürsel ve Ahmet Şık’ın tutukluluğunun devamına karar verildi.

Tahliye kararları sevindirici olsa da eksik demokrasiye demokrasi denilemez, gecikmiş adalete de adalet...

Sansürün kaldırılmasını simgelediği için “Basın Bayramı” olarak kutlanmaya başlanan günden bir asır sonra bugün böyle bir davanın varlığı bile basın özgürlüğü, demokrasi ve hukuk açısından büyük bir hezeyan.

Cumhuriyet mensupları hakkında gözaltı kararı veren savcının ağırlaştırılmış müebbetle “FETÖ”den tutuksuz yargılanıyor olması daha başından soruşturmanın seyri hakkında yeterince bilgi veriyordu.

Gülen Cemaati’ne yıllarca çalışıp sonradan “itirafçı” olmuş kimselerin, yandaş medyanın hayatını tetikçilik yaparak geçiren küçük adamlarının tanık kabul edildiği bir “iddianame”den bahsediyoruz. Pideci, parkeci, seyahat acentesi ve ByLock üzerinden kurgulama yetisinden dahi yoksun saçmalıkları saymaya kalksak yazı sayfası dar gelir herhalde. Zaten öğrenmek isteyen herkes öğrendi.

Yüzlerce kez “haber” kelimesinin kullanıldığı, manşetlerin konu yapıldığı bir utanç vesikasının nesinden bahsedilebilir; delil yerine gazetede yayımlanan haber, köşe yazısı, röportaj gibi içeriklerden gazetecilik ve hukuk alanında ehliyetsiz kişilerin bilirkişi yapılması suretiyle bir ön yargıyla suç ve suçlu çıkarıldığı iler tutar bir tarafı bulunmayan iddianame hakkında ne yazılabilir ki?

Dünyanın neresinde bir gazetenin yayın politikası bir savcının görev alanına girer? Ceza hukukunun bir gazetenin içişleri olarak nitelenecek konularla ne işi olur? Nasıl olur da gazeteciler haber yapmak için konuştuğu kişiler dolayısıyla suçlanır?

Bugünün aralarında Reis’çi olduğunu yazmakta hiçbir etik kaygı duymayanların da bulunduğu kimi savcıları, hukuk sistemindeki çürümenin yönlerinden biri olarak karşımıza çıkan adıyla iktidarın yüksek komiserleri; yargıdaki oyunların, yol açılan insan hakkı ihlallerinin, yolsuzluk dosyalarının, “devlet sırrı” sayılan silah sevkiyatlarının, cihatçı grupların oradan oraya taşınmasının, otoriterleşmeye yönelik uygulamaların, bombalı saldırıların, şiddet eylemlerinin, yayın yasaklarının haberleştirilmesini; bal gibi de “eksik demokrasi” haberlerini suç sayıyorlar.

Ama başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere; insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunmak aslî görevi olan gazeteci, eğer bu olay ve olguları görmezden gelirse işini savsaklamış olmaz mı? O kişiye gazeteci denir mi?

Gülen Cemaati’nin emniyet teşkilatındaki örgütlenmesini, AKP hükûmetleri ve yöneticileriyle kurduğu ilişkileri, devlet yapılanmasını ele aldığı henüz taslak hâlindeki “İmamın Ordusu” kitabının suç unsuru sayılmasından ve 6 Mart 2011’de “Ergenekon terör örgütüne üye olma” iddiasıyla 375 gün hapsedilmesinden 30 Aralık 2016’da bu kez “FETÖ propagandası” iddiasıyla tutuklanmasına değin; yaşamı yakın Türkiye tarihini anlatan Ahmet Şık’ın “itham” maiyetindeki savunmasında gerçeği yüzlerine çarptığı gibi:

“Cumhuriyet Gazetesi’nde aradığınız örgüt, siyasi parti kılığında ülkeyi yönetiyor. Sahibinin sesi olmuş medyası da bu organize kötülük örgütünün yalanlarını gerçekmiş gibi sunuyor. Suçlarını perdeleyip, kötülüğün yaygınlaşıp sıradanlaşması görevini yerine getiriyor. Yani örgüt propagandası yapıyor. Çünkü en bilinen hakikat tüm çarpıklığıyla bir kez daha karşımızda duruyor: Suç dünyanın en güçlü zamkıdır. Siyasi iktidar, bürokrasi, yargı, talancı sermaye ve sahibinin sesi olmuş medyayı birbirine yapıştıran da bu zamktır.”

Şimdiye kadar toplanamayan delilleri karartma gerekçesiyle tutukluluk hâlini kaldırmayan “yargı” kararını irdelemeye çalışmamız da nafile aslında. Biz kararın mahkeme tarafından dün akşam verildiğini zannediyoruz ama iki gün önce utanıp sıkılmadan duyurulmuş:

“Kadri Gürsel, Akın Atalay ve Can Dündar’ın Cumhuriyet gazetesi davasından alacağı cezalar belli ve hiç şansları yok. Diğer yazarların ise bırakılması gerekir. Ahmet Şık ise zaten tercihi yapmış. Onun cezaevinden çıkmaya niyeti yok. Allah taksiratını affetsin.”

Savcının resen veya “bu iş için görevlendirilerek” soruşturmaya başlarken “Cumhuriyet’in ‘FETÖ, PKK ve DHKP-C’ ile irtibat içinde olduğu” iftirasını dikkate aldığı ve tanık olarak kabul edilen tetikçinin bu sözler. Müneccim mi olmuş ya da karar yukarıdan mı gelmiş, bazen bu soruların da anlamı kalmıyor.

Aslında hepimiz biliyoruz gerçeği, tüm bu tutuklamaların siyasî olduğunu… Havuz medyanın kara propagandasına, ikiyüzlü yandaş medyaya, sindirilmiş gazete ve televizyonların bağlamından koparılmış üstünkörü haberlerine rağmen her şey ortada: Siyasal erkiyle, savcısıyla, iddianamesiyle, yargısıyla, havuz medyasıyla, tetikçisiyle insanlara acı çektirmek, işkence etmek, itibarsızlaştırmak üzerine çalışan organize kötülük örgütü yürürlükteki. Tanıyoruz sizi.

Dokuz ay boyunca tutukluluğun işkenceye dönüştüğü cezaya maruz bırakılan, özgürlüğü elinden alınan bir meslek erbabının, Murat Sabuncu’nun sözleridir:

“Hangi bedel ödetilmeye çalışılırsa çalışılsın, Mumcu, Selçuk, Dink, Anter ve Göktepe’nin yolundan dönmedik, dönmeyeceğiz.”