Dillerden, gönüllerden düşmeyen dinine, ırkına, canına yandığımızın; uğruna öldüğümüzün barışı…

Nereye sıkıştıysan gel!

Kim sakladıysa seni çık ortaya.

Çocukların saklambaç oynadıklarında dediği “elma dersem çık” sözünü işitmeyi bekleme. Çocuklar oyun oynayamıyor artık..

Sen gel koşa koşa yanlarına.

Ama gel ha!

Gel..

Konuşsam utanıyorum, sussam gönlüm razı değil. Konuşsam aklıma çaresizliğim gelir. Sussam yine biçareyim.

Öğrendik. Öğrettiler. Barışı istemenin bedeli ağırmış. Dik yokuşları olan camlı yollar üzerinde yürümek gibi. Aç, susuz, yalınayak...

Ölüme koşmak gibiymiş barış demek öğrettiler. Ne çok öldük. Ne çok meydan kanla boyandı. Ne çok ağıtlar yaktı analar.

Patlayan bombalar vardı içimizde, evimizde. Kimimiz kolsuz, kimimiz babasız, kimimiz umutsuz kaldık. Kimimiz de çocuksuz…

Umudu kucaklayan çocuklarımız yok oldu birer birer. Barış derken, yaşamak derken daha çok umutsuz kaldık.

Umudu içlerinde yeşerten çocuklar da gittiler. Umutlarla yaşamak adına ölüme gittiler…

Yine çocuksuz kaldık…

Şehirler de yalnızca anaların ağıtları, feryatları, barış diye haykıran sesleri kaldı. Bir sokak başı, bir merdiven üzeri, kapının önünde ki kaldırım… Her şey de anaların barış diyen seslerine dokunan o duygunun acısı var. Hepimiz duyuyoruz.

Lakin hepimiz sessiziz susuyoruz. Ortak oluyoruz büsbütün bu savaşan toprakların acımasızlığına.

Ellerimiz kana bulanıyor biz sessiz kaldıkça.

Susmayalım, daha çok barış diyelim. Son bulsun anaların çığlıkları, feryatları.

Oysa ne kolay şey barışmak.

Barış bize küsmesin.

İnsanlık ölmesin...
 
Barışa ses verin efendiler!