Monoton bir ses telin ucunda cızırdayarak okuyor elindeki metinden: “İkinci bir emre kadar kentte balkona çıkma, göğe bakma yasağı” ilan edildiğini. Gerekçesini de eklemeyi unutmuyor aynı tekdüzelikle: ”Halkın can ve mal güvenliği için” diyerek emre kesinlikle uyulmasını tembihliyor buyurgan metalik ses, göğe bakmakta ısrar eden, edecek olan herkese. Had bildirir ses tonu tekrarlarla beynimize, ruhumuza zift gibi yapışıyor hızla. Üstümüze başımıza dökülüyor boydan boya zifirden dilsiz karanlık. Silkeledikçe dağılıyor, yayılıyor ölümün rengi gibi kalabalıkların üstüne. Boşalıyor dokularından, ıslıklarla zılgıtlarla dünya.

Balkonlara çıkmak, göğe bakmak yasaklandı kentlerimizde çocuklara. Kuşatıldı gecelerin saydam kanatlı kelebeği camlarda, balkonlarda. Sürüler halinde ateşe sürükleniyor bedenlerinde açılmış keskin uçurumlarla serçeler. Dağlar, kan ve barut kokusuyla dönüyor içine saldığı uzun kuyruklu uçurtmalarıyla gündüze. Gündüzümüz binlerce yıllık güneş tutulması, kekeme bir zaman sayacı, tütün kokulu kehribar tespihlerde çeke çeke uzayıp duruyor ellerimizde. Ki unutulmuşuz kendimizi unuttuğumuzu sandığımız kara boşlukta.

Korkunun diline dönüşüyor fısıldanan sözcüklerin tınısı. Odalara kapanıyor Cizre benzeri bir yalnızlıktan umut, kapılar kapalı sürgülü üstümüze. Adımlarını çoğaltıyor gölgeler sokak başlarında çelikten seslerle, homurtularla. Umarsızca bakıyor tutup silkelediği kuş ağaçlarının altındaki serinlikte ölülerine gece. Hangi yaştadır bakamıyor yüzlerine. Sürükleyip bir bir bırakıyor kapıların önlerine uzaklığı. Kapılarda çağları aşan çığlık, yankısı bol ırmaklarla dolanıp duruyor anne sesinde derinleşen acı. Anne sesinden damıtıyor şair dizelerini, zamanın tanıklığında şerh düşüyor acının destansı yankısına. Şamanın doğaçlama sezgisiyle mırıldanıyor içine biriken nehirlerin taşırdığı imgeleri. Dudağının kıyısına biriken sözcükleri üfürüyor evrene, saklı kalan köşelere.

Acının diliyle konuşup şimdi

Ağıtların diliyle yok oluyoruz

Aynı göğe, aynı yalnızlığa ah

Kanarken ölü çocuklarımız

Ülkenin karanlık gecelerinde yıldız yerine asılan hoparlörden yasağı okuyan sesler çoğalarak kuşatıyor göğümüzü. Durmadan seslerin uğultusu, kulak çınlamasıyla uyanıp balkonlara koştukça, göğe bakmaya yeltendikçe keskin nişancıların zafer naraları dolduruyor odalarımızı, uykularımızı. Kaçıp gitmek istesek de kırlangıç gibi Eylüle tüneyen hüzün çığlıklarından, kaçamıyoruz. Hep aynı ses eşliğinde keskin kanatlar kovalıyor suretimizi. Elimiz yüzümüz çöl, öl korosu, dualı âminle, sığındığımız her sokak dolanıyor ayaklarımıza. Kalbimizin vuruşları adımlarımızdan önde, her tıkırtıya bin yürek kıpırtısı. Sımsıcak Eylül akıyor alnımızın ortasında açılan izlerden kan ve kemik sesiyle. Kuşatmalardan çıkmış bir martıyı besliyoruz şimdi bir çöl kasabasının ön balkonunda. Kurşunların, havan toplarının ıskaladığı gölgelerimizi teyelleyip bulutların perçemindeki maviye, İpek Yoluna.

Cesaretini kuşanıp göğün rengini özlüyor, kuşları merak ediyor bir kız çocuğu. Oyun için çıktığı sokakta, evinin kapısının önünde çocuk sesleri arasında patlayan silahlarla düşüyor oracığa, uğultuyla derinleşen anafora. Son kez bakıp:” ay anne! Diyebiliyor ve gözlerine konuyor binlerce kırlangıç alçalıp yükselerek derin vadilerden. Göğe bakma yasağını çiğnemiş biri olarak kirpikleri ağırlaşıyor Cemile’nin, zorluyor göz kapaklarını açamıyor. Ağırlaşıyor içindeki kımıltının kısacık ritmi, düşüyor boynu kırılmış karanfil gibi sokağa.

Sonsuzluğun aynasında içine düşen güz salkımlarını, masal ülkesinde bin bir çiçekle süslüyor sonra. Saçlarını tarıyor upuzun suskunluktan alınmış sarışın yalnızlıkla annesi. Ninnilerden derlenmiş kır havası dağ esintileriyle doluyor ciğerleri. Telli Turnalar kavisler çizerek sefer eyliyor bir uçtan bir uca ellerine ilk çağlardan. Yabani güvercinler, serçeler, isimsiz kuş takımı geçiyor kentin göğünden kızıla kesmiş kanatlarıyla. Güz çöküyor bütün ağırlıyla kente, çığlık çığlığa hışımla kışa dönerken zaman

Yasak hala devam ediyor, bedeni soğuyor annesinin yorgun bin yıllık suskun gövdesinde. Önce etrafına buz koyuyorlar bulabildikleri kadar. Sonra insanlığın yanlışına, gözyaşına dönüşüyor her şey. Her evin bizim için morg olabileceği düşüncesi çıkıyor sahneye. O görüntü öylece asılı kalıyor insanlık sayfasının utanç kısmında. Derin dondurucuda üşüyüp duruyoruz, umutlarımızı, sevinçlerimizi yeniden kuşandığımız yerde. Muktedirler tarafından her evin bize morg kılınabileceği düşüncesi korkutmuyor bizi.

Dışarıda hoparlörde bildik anonslar, zırhlı araçlarla kuşatılmış kıstırılmış gece kuşları, kuşkuları. Cinnetin ortasında her şeye rağmen karartmıyor çocukların o gökyüzü sevinçlerini uzun süren abluka. Ablukanın ortasında oyun bahçesi yeryüzü, Cemile’nin gülen yüzü. Korkusuz çocuk sesleriyle, kalbine yürüyoruz uzak kentlerin.

Yarınlara inancımızla ölü çocuklarımıza bir borç olarak diyoruz ki:

Bir çıkış yolu olmalı, dip sular sulardan barışa,

Mezar taşlarına basa basa yürümekten başka

Bambaşka sözlerimiz olmalı şimdi mavi

Masmavi gökyüzü annelerin düş izinde