Soma katliamı üzerinden 10 gün geçti. Bu süre zarfında Soma’nın tüm yönleriyle ele alınarak değerlendirildiğini belirtmek gerekir. Adli anlamda, sosyal anlamda, psikolojik anlamda, hukuki anlamda, sendikal anlamda doyurucu tespitler yapıldı. Ülkenin belli başlı tüm uzmanları görüş bildirdiler. Birde yazılı ve görsel medyaya taşınan ve hemen hemen her mecrada sembolleşen üç olayı hatırlamakta yarar var. Bizim toplumumuzda olaylar genel hatlarıyla hatırlanırken, detaylar atlanmakta ama sembolleşmiş olaylarda unutulmamaktadır.

Soma’nın 2. gününde madenden yaralı olarak çıkartılan ve sedyeyle ambulansa yatırılan madenci, çizmelerinin çok kirli olduğunu düşünmüştü. Sedyeyi kirletmemek için “çıkartayım mı?” diye sormuştu görevlilere. Tüm televizyonlar, gazeteler, sosyal medya bu olayla çalkalanmıştı. Biraz düşünebilen, vicdanı olan herkesin içini burkan bir andı o an. Bir tarafta kendisi gibi yüzlerce madenciyi koşar adımlarla ölüme gönderen ve kazançtan başka bir şeyi düşünmeyen bir sistem, öbür tarafta ise ölümden dönmüş ama kirli çizmesinin sedyeyi kirleteceğini düşünen dürüst, temiz, onurlu ve vicdanlı bir madenci. Bazılarına belki klasik bir karşılaştırma gibi gelecek ama ne yaman bir emek-sermaye çelişkisi gibi gözüktü değil mi? Bir tarafta emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan ama dürüstlüğünden de taviz vermeyen bir madenci. Ama öbür tarafta ise milyonlarca para kazanan, emekçilerin sırtından gökdelenler diken ama hala tamahkar hala açgözlü olan sermayedar.

Soma’nın 6. gününde ikinci sembolleşmiş duruma bir göz atalım. Madenin içerisinden kardeşinin cenazesini bir battaniyeye sararak çıkartan ağabeyi defin işleminden sonra aynı battaniyeyi yıkamış, kurutmuş ve başkalarının da ihtiyacı olduğunu düşünerek Kızılay yetkilisine teslim etmişti. Kızılay yetkilisi battaniyeyi aldığında gözleri dolmuştu. Zor bir hayat süren ve her gün ölüm riski olan bir işte çalışan madenci birilerine insanlık dersi veriyordu. Hem de insanlıktan nasibini alamamış birilerine.

Bu dürüst, temiz, mütevazi insanlar ülkenin gerçek yüzüydü. Hayatlarını her gün tehlikeye atarak kazandıkları para aylık ortalama 1200-1800 lira arasındaydı. Yani bir anlamda Türkiye’de kişi başına kazanılan ortalama kazançtan pek farklı değildi. Tek fark onların her gün ailelerine haklarını helal ederek çıkmalarıydı. Yani bir anlamda ölmeye yatmak gibi.

Soma’nın 9. gününde ise haberlerde, 4 yaşındaki küçük bir kız çocuğunun annesine sarılarak ağlaması düşüyordu ekranlara. Evet belki ilk iki olay tüm Türkiye’de ses getiren ve en çok bilinen olaylardı ama beni en fazla etkileyen o küçük kız olmuştu. "Babam cennete gitmesin eve gelsin" dedi küçük kız annesine sarılarak. Çoklu cinayetlere kurban giden madencilerden birinin dünya tatlısı biricik kızıydı. Babasını öldürerek onu güya şehit eden sisteme inat, küçük tatlı kızı ısrarla onu dünyaya davet ediyordu. Ne acıydı, gelmeyecekti.

Dünyanın en güzel kurulmuş cümleleri bile onu avutamazdı. Babasının sevgi dolu sıcaklığı bir tarafa cennet kavramı onun için bir anlam ifade etmiyordu. Başını annesinin kucağına yaslayarak, iç geçirerek ağlamaya devam ediyordu. Hangi cümle, hangi mutluluk 4 yaşındaki bir kıza babasızlığını unutturabilirdi ki? Mutsuzluktan yüzü düşmüş annenin sözleri bile kifayetsiz kalmıştı o güzel kızının karşısında. Yeniden tekrarladı durdu kızına o anlamsız gelecek kavramlarla cümlelerini. ”Baban şehitlik mertebesine ulaştı kızım. Herkese nasip olmaz şehitlik. Baban artık cennete benim güzel kızım. ”

Devlet ve özel sektör, taammüden işledikleri çoklu cinayetlerin adını “şehitlik mertebesi” olarak görerek durumu kendilerince hafifletmeye çalıştılar ve olaydan sıyrılmaya çalıştılar ama o 4 yaşındaki küçük kızı hayatı boyunca inandıramazlar tıpkı şimdi bizi inandıramadıkları gibi. O minik şirin kız hep aynı istekte bulunacak ve vicdanları kapkara olanların kabusu olacak. ”Babam cennete gitmesin eve gelsin anne”