17 Ağustos 2017 tarihinde Almanya´nın her yerinde aynı gün gösterime giren The Promise-Die Erinnerung bleibt bir korku filmi değil. Ama korku filminden daha korkunç olan tarihsel bir katliamın kısa özeti gibi bir şey. Konusu 1915´te Osmanlı coğrafyasında İttihat ve Terakki Fırkası´nın sistemli bir şekilde organize ettiği Ermeniler´e yönelik soykırım. Soykırım (Genosid) adı üstünde bir soyun kırılması demek. Yani aynı „soydan (genlerden)“ olan bütün insanların sistemli bir şekilde dili, dini, kültürüyle yok edilmesi, tarih sahnesinden silinmesi... Peki mümkün mü böyle bir şey? Değil tabi ki…! Filmde öne çıkan da bu. Hatta final sahnesinde ana karakterlerden birinin ısrarla altını çizdiği şu sözler dikkat çekici:

„Wir sind noch da!“

“Hala buradayız, hayattayız” anlamında...

KURGU VE OLAY ÖRGÜSÜ

Filmin kurgusundaki olay örgüsünü fiksiyona ve belgelere dayalı olarak iki şekilde değerlendirmek mümkün. Film yüzeyine ilk yansıyan fiksiyona dayalı olay örgüsü üçlü bir aşk hikayesi içinde gelişiyor. Derindeki tarihte yaşananlara dayalı olay örgüsüyse belli başlı formlarla bir realite olarak bu aşk hikayesinin çerçevesi içine sığdırılarak verilmiş. Birbiriyle iç içe geçen iki olay örgüsünü şöyle sıralamak mümkün:

1. Fiksiyona dayalı olay örgüsü: Entellektüel bir aileden gelen Anna ile tıp fakültesi öğrencisi Mikayil arasında aşk ilişkisi başlar. Ancak Anna tanınmış Amerikalı gazeteci Chris ile birliktedir. Başta Anna ve Mikayil´in Ermeni olması onları birbirine yaklaştırır. Ancak birinci dünya savaşının başlamasının hemen ardından gelişen Ermeniler´e yönelik devlet şiddeti ve linç girişimleri ikisinin arasındaki aşkı derinleştirir. Filmin devam eden bölümlerinde ölüm-kalım mücadelesi içindeki üç gencin aşka ve insan hayatına nasıl yaklaştıklarına yer verilmiş.

2. Tarihsel belgelere dayalı olay örgüsü: Bu olay örgüsünde tarihsel gelişmeler hem kronolojik hem de konuya bağlı olarak sıralanmakta. Birinci dünya savaşına denk gelen Alman-Osmanlı ittifakı salon kültürünü yansıtan sahnelerde siyah-beyaz farkıyla ele alınmış. Yani siyah karakter olarak Alman askeri bürokrasisini ve Osmanlı paşalarını görüyoruz. Ardından soykırımın başlangıcı olan 24 Nisan göz altılarına yer veriliyor. Bu tutuklamalarda Gomidas´ın ekranda gösterilmesi, yine filmin bazı sahnelerinde isminin geçmesi ilgi çekici. Gomidas İstanbul´da yaşayan Ermeni entelektüellerinin temsili gibi. Bir gecede zorla evlerinden alınıp kötü uygulamalara maruz kalarak sürgüne gönderilen, yollarda katledilen, hayatta kalabildikleri oranda fiziksel işlerde çalıştırılan Ermeni entelektüellerin durumu Mikayil´in kurmacaya dayalı hayat hikayesi içinde ele alınmış. Yine Amerikalı gazeteci Chris´in hikayesinde Anadolu´daki toplu katliamlar, katliamların belgelenmesi ve belgelerin devlet tarafından nasıl engellendiği gözler önüne seriliyor. Toplu katliamlar, linç girişimleri, Ermeniler´in yaşadığı var olma (Existenz) korkusu, hayatta kalabilmek için kaçma ya da saklanma çabası filmin sonunda yer alan Musa Dağı direnişine kadar geliyor.

Bu yanıyla soykırım süreci(24 Nisan 1915´den 14 Eylül 1915´e kadar) kurmacaya dayalı olay örgüsü içerisinde özetlenmiş diyebiliriz. Ancak bu özetin dış perspektifle(Außenperspektiv) yapıldığını da söylemek gerek.

DIŞ PERSPEKTİFİN HAKİMİYETİ VE ÖZGÜN ANLATIM EKSİKLİĞİ:

Filmin senaristi ve yönetmeni Terry George daha önceki ilk iki filminde Kuzey İrlanda´daki iç savaşı, üçüncü filmi Hotel Ruanda´da ise Ruanda´daki soykırımı ele almış. Bu yanıyla Terry George´ın tarihsel katliamlar hakkında bilinçli filmler kurguladığından yola çıkabiliriz. The Promise´nin ana karakterlerinden Chris´i canlandıran Oscar ödüllü Christian Bale kendisiyle Stuttgarter-Nachrichten´de yapılan söyleşide filmin senaryosunu okuyana kadar Ermeni soykırımından haberdar olmadığını belirtiyor ve olay örgüsündeki aşk hikayesiyle katliamın iç içe geçmesini şöyle açıklıyor:

„Başlangıçta yönetmen ve senarist Terry George´ın neden üçlü aşk hikayesiyle soykırımda yaşananları birleştirdiğini anlayamamıştım. Bana göre korkunç tarihin daha belirgin ve net olarak gösterilmesi gerekiyordu. Ama Terry fazla bilinmeyen tarihsel konuların aşk hikayesiyle birleştirildiği takdirde özellikle genç kuşaklar tarafından anlaşılmasının kolaylaşacağını söyleyince ikna oldum.“

Bu açıklamadan gerek yönetmenin gerekse ana karakteri canlandıran aktörün sorunsala dış perspektiften, ama eğitici bir bakışla yaklaştıkları sonucunu çıkarabiliriz. Ancak dikkat çeken şeylerden birisi de bu dış perspektifin filmin finaline zorlama bazı motiflerle yansımış olması. Nedir bu motifler?

Bu motifler Amerikan filmlerinin genel özellikleri olarak da değerlendirilebilir. Yani Happy End ve kendini mağdur olana adayan kahraman-kurtarıcı rolündeki Amerikalı´ya The Promise´nin finalinde de rastlıyoruz. Öyle ki Chris´in aşırı görev bilinci ve Ermeni halkının kurtulması için gösterdiği fedakarlık dikkat çekecek kadar abartılmış. Bu abartı filmin sonlarına yaklaşırken daha çok artıyor. Hatta Musa Dağı´ndaki direnişçilerin Fransız savaş gemisi tarafından kurtarılması bile Chris´in cesur girişimlerine bağlanmış. Ayrıca Mikayil´in kurtulduktan sonra Amerika´ya yerleşip düzenini kurması, hatta kendisi gibi başarılı olan Ermeni yetimlerin bir araya geldiği bir düğünde yaptığı konuşma, zorlamaya dayalı bir Happy End metni olarak değerlendirilebilir.

Bu haliyle son derece başarılı ve kuşkusuz iyi niyetli olsa bile bana göre filmde eksik kalan şey; iç perspektif (Innenperspektiv), başka bir ifadeyle özgün anlatım. Yani soykırımı soykırıma uğrayan Ermeniler´in bakışından değil, onlara dışardan bakan ve yardım eli uzatan batılı aydınların perspektifinden izlemiş oluyoruz.